Teşkilât-ı Mahsusa’nın ruh ve inanç yapısını çözümleme denemesi -3

2018071603160919_ld9tv632bada9n82m9rroq6uv51

1902 yılında manifestosu yayınlanan Türk Devleti ve Türk Milleti için 1902-1923 arasında mücadele veren kadro, yani Osmanlı’nın son neslinin hedefi Misak-ı Milli’de sınırları çizilen vatan topraklarıdır. Yeni vazifeleri, coğrafi bir toprak parçasını, üzerinde çocuklarını torunlarını yetiştirebilecekleri bir vatan yapmak. “Her şey vatan için”, “Mevzubahis olan vatansa gerisi teferruattır” şiarları edebiyatçılar tarafından yazılmamış Osmanlı’nın son nesli tarafından yaşanmıştır.

TÜRK MİLLETİNİN İLK MANİFESTOSU: ÜÇ TARZ-I SİYASET

Osmanlı’nın son nesli için büyük suçlamalardan biri maceracılık ve Turan hayalleridir. Zihinlerimizde kirletilmiş bu kavramlar nedeniyle birçok kişi fazla düşünmeden karar verir ve onları mahkum eder. İşte algı budur. Amacımız İttihatçı savunması yapmak değil. Amacımızın Teşkilat-ı Mahsusa ve faaliyetlerinin arkasında yatan, ruh ve inanç yapısını açıklamak olduğunu da unutmadık. En maceracılarından, hem de algılarla Turancı zannedilenleri anlatarak kimin, neyi, niçin suçladığını ya da kimin ne için mücadele verdiğine bir ışık tutalım dedik.

İttihat ve Terakki’den önce de Osmanlı subayları, Orta Asya coğrafyasına gönderilmişti. Ama Teşkilât-ı Mahsusa o bölgeye biraz daha kapsamlı el atmıştı. Amacı, 11 Eylül’den sonra taarruza geçen ABD’nin, Afganistan’a yerleşmesi hangi stratejinin ürünü ise hemen hemen aynısı. Hindistan, Çin ve Rusya gibi güçlere aynı mesafede olan bir noktayı elde tutup oyun kurmak diyelim. Milli Mücadele esnasında, en çok subaya ihtiyacı olduğu dönemde Mustafa Kemal’in Afganistan devletinin kuruluşunda yardımcı olmak için bir grup subayı bu coğrafyaya göndermesi gibi.

Teşkilât-ı Mahsusa tarafından Orta Asya’ya gönderilen beş kişiden biri Çerkez, biri Gürcü. Bunların Turan ateşiyle tutuştuğunu iddia ederek komik duruma düşmeyin. Enver Paşa gibi onlar da İslamcı. Hatta İslamcı olmak zorunda. Çünkü Orta Asya henüz Türk ve Turan kavramından habersiz. Bu beş kişiden biri de genç bir subay olan Adil Hikmet Bey’dir. Adil Hikmet Bey, babasının görevi icabı Derne’de doğup büyümüş, Harp okulundan 1907 yılında teğmen olarak mezun olmuş. Fransızca, İngilizce, İtalyanca, Arapça, biraz da Rusça bilir. Daha önce Garbi Trakya Cumhuriyeti’nin kuruluşunda çalışmış. Bu göreve gitmeden 7-8 ay önce evlenmiş, 1914’de telgrafla vazife emri alınca doğacak çocuğu erkek olursa adının Oğuz konulmasını vasiyet ederek evden ayrılmıştı. 1921’de yurtdışından dönünce askeri görevine devam etmiş, Milli Mücadele’de yer almış, binbaşı rütbesi ile 46 yaşında vefat etmiştir. Beş dil bilen Adil Bey, hamile eşini bırakıp, doğacak çocuğunu görmeden, geri dönme ihtimali çok az olan, çok uzak bir coğrafyaya göreve gidiyor.

Amaçları değişik de olsa “silahşor” ve “maceracı” çarpıtmalarının kimler tarafından yapıldığı eserlerinden malum. Biz de çarpıtmanın kimler adına yapıldığı anlaşılsın istiyoruz. Bunun için bu Turancı ve maceracıların Orta Asya’ya nasıl gittiğine bakarak devam edelim. Fakat bir tespit daha yapmak durumundayız. Bu da Osmanlı’nın Orta Asya ile çeşitli vesilelerle ilişkisi olduğunu ve o coğrafyaya İttihat ve Terakki var olmadan önce de bazı subayların gönderildiğidir. İttihatçıların yaptığı da oyunu kuralına göre oynamak. ‘Ne haddine maceraya giriyorlar’ diyorsanız o başka. Ama unutmayalım varlıkları mücadele içinde şekillenmiş son neslin inanç esaslarının nirengi noktası burada.

KURALINA GÖRE OYNUYORLAR

Önce Teşkilât-ı Mahsusa grubunun o coğrafyaya nasıl ulaştığına bakalım. Başlarında Harp Okulundan mezun Kuşçubaşı Sami’nin bulunduğu heyeti, Sami’nin ağabeyi Kuşcubaşı Eşref Hindistan’a kadar götürdü. Çünkü Eşref, daha önce İngilizlere karşı bağımsızlık mücadelesi veren Hint İstiklal Komitesi’nin Belçika-Liege’deki toplantısına katılarak ilişki kurmuştu. Bu teşkilât mensuplarının yardımlarıyla heyet Afganistan üzerinden Türkistan’a geçecekti. Eşref heyeti, tanıdığı teşkilat mensuplarına emanet ederek geri döner. Petrolün olmadığı bir dünyada İngiltere’nin zenginlik kaynağı ve sömürgesi olan Hindistan ve burada bağımsızlık mücadelesi verenler. Demek ki kuralına göre oyun kuruluyor. Gerisini siz düşünün ve tamamlayın.

MANİFESTO OLDUĞU UNUTULDU

Bu kadar açıklamanın yeterli olduğunu düşünerek böylesine bir mücadeleyi veren son neslin, inançla dolu mücadelesinin fikir dünyasını oluşturan metinleri açıklamaya çalışalım. Bu neslin inanç temelinin, geçmişin tecrübelerinden de yararlanarak gelinen son noktada ilan edilmiş bir manifestosu vardır. Bu manifestonun metni iyi kötü ortadadır. Fakat bunun bir manifesto olduğu nedense unutulmuştur. Neyi, nasıl yapmalı diye düşünenler önce bu manifestonun üzerindeki tozları temizlemeli, kabuğunu açmalı içindekileri okumalıdır. Bahsettiğimiz manifesto, aslen Kazanlı olan ve babası öldükten sonra tahsil yapması için annesi tarafından İstanbul’a getirilen, Harp Okulu’nda öğrenci iken vatan duygusu ile bazı faaliyetlere karıştığı için sürgüne gönderildiği Libya’dan kaçarak Paris’e gelen, burada da sosyal bilimler tahsil eden, Yusuf Akçura’nın kaleme almış olduğu “Üç Tarz-ı Siyaset” adlı yazı bir manifestodur.

TÜRK MİLLETİ OLARAK VAR OLMA

Tanzimat sonrasında, devletin çöküşünü durdurmak ve Müslüman-Hıristiyan-Yahudi tüm Osmanlı tebaasını kucaklamak adına, “Osmanlı Milleti” denmeye başlanmıştı. Abdülhamit döneminde ise, bu gün bazılarının “Millet” deyip adını söyleyemediği “İslam Milleti” sözü ortada dolanmaya başlamıştı. Akçura bunlara işaret ederek; Osmanlıcılık yapılırken Hıristiyan tebaanın elden çıkmasından sonra, İslamcılık yapma durumunun hasıl olduğunu, fakat Arapların kendi milliyetçiliklerini tercih edip ayrılmayı amaçlaması ile bu politikanın da geçerliliğini yitirdiğini, açıklıyor. Sonra elde kalanla hareket etme durumunda olduklarını, Balkanlardan ve Kafkaslardan Anadolu’ya göç ederek, bizimle birlikte yaşamak iradesi gösterenlerle bir millet halinde birleşip “Türk Milleti” olarak var olma şansımız olduğunu beyan etmişti.

21 YIL SONRA

1902 de yayınlanan bu manifesto kısa sürede sahiplenilmiş, birkaç yıl sonra bu amaçla birçok dernek kurulmuş. İttihat ve Terakki Partisi’nin de siyasi programlarında yer almış, on senesi harpte geçen, toplam 21 sene sonra Türkiye Cumhuriyeti olarak tarih sahnesinde yerini almıştır.

Akçura’nın Türk Milleti manifestosunun temeline; Mustafa Kemal ve onun liderliğinde mücadele verenler, Amasya’da esasları belirlenen Misak-ı Milli ile sınırları belli bir vatan toprağına oturtmuşlardı. Türk milleti adına, Mustafa Kemal ve arkadaşlarının Amasya’da esaslarını belirlediği Misak-ı Milli ile sınırları olan bir vatan şekillenmiştir. Mustafa Kemal’in milletvekili seçilmesine rağmen İstanbul’a gidememesi nedeniyle, Misak-ı Milli’yi, o gün milli iradenin tecelli ettiği tek mekan olan Osmanlı Meclis-i Mebûsanı’na kabul ettirme görevi; Rauf Orbay ve Meclis’e katılabilen milletvekillerinindir.

VAROLMA MÜCADELESİNDE YENİ BİR AŞAMA

Misak-ı Milli, Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nda milletin iradesi olarak tescil ettirildi. Misak-ı Milli’nin milli irade tarafından onaylanması ile, çoğu işgal altında olan vatan topraklarını kurtarmak ve varolma mücadelesinde yeni bir aşamaya geçilmişti. Bu aşama, Meclis-i Mebusa’nın İngilizler tarafından basılıp dağıtılmasından sonra, Ankara’da TBMM açılarak milli iradenin tecelli ettiği yeni mekanda ve tecelli eden irade doğrultusunda Misak-ı Milli’yi gerçekleştirmek için çalışmışlardır.

‘Üç Tarz’ı Siyaset’ manifestosu, eski gücünü kaybetmiş Osmanlı’nın, tercih edilen yolun yanlışlığı ile gerileme devrine evrilen bir süreçten sonra, var olabilmek adına 19’uncu Yüzyıl boyunca verilen mücadelenin, 20’nci Yüzyıl başlarında yeni bir safhaya girmiş olduğunu göstermektedir.

VATAN UĞRUNA MÜCADELE

Teşkilât-ı Mahsusa’nın ruh ve inanç dünyasının ortaya çıkışı ve şekillenişi de bu süreçtedir. Bu yeni süreci Türklük ve vatan uğruna mücadele diye özetleyebiliriz. Bu süreci yaşamış ve bir ömür, hakkıyla Türklük ve vatan uğruna nasıl bir mücadele verilmiş olduğunun hikayesi ise yaşayarak bu mücadeleyi vermiş, fakat hakkında hiçbir şey bilmediğimiz Teşkilât-ı Mahsusacılardan herhangi birinin hayatını bilmekle de mümkündür. Birinci TBMM’de Lazistan Mebusu olarak bulunan Dr. Abidin Bey’in Meclis kürsüsünden yaptığı bir konuşmada sarf ettiği “…. Sizce İttihat Terakkiciler bunları düşünmemişler, pek çok kötülük yapmışlar. Evet olabilir. Fakat onlar da hep vatan oluşturmak için yapmışlardır…” sözü ile dikkatimizi çekmişti. Bu sözü söyleyebilecek bir inanç ve ruh yapısına sahip kişi, kim bilir ne şartlarda geçmiş bir hayatı vardı. Fakat Dr. Abidin bir başka yazı konusu.

Kaynak : Aydınlık

İlgili Teşkilât-ı Mahsusa’nın ruh ve inanç yapısını çözümleme denemesi -3 haberiyle ilgili sizde görüşlerinizi yazarak gündeme dahil olabilirsiniz. 

Exit mobile version