Öyküleri ve romanlarıyla tanıdığımız Ali Haydar Haksal, ‘Dolunay Bestesi’ isimli şiir kitabı çıkarak okurlarına sürpriz yaptı. Aslında şiir ve öykü yazmaya birlikte başladığını belirten Haksal, “Öykü yazarlarının bir de bir şiir kitabı olsun gibi bir psikolojiden söz ediliyor. Benim için öyle değil, yazıyordum zaten. Yenileri gelecek nasip olursa” diyor. Haksal ile şiir serüvenini konuştuk.
Siz hikaye ve romanlarınızla biliniyorsunuz. Şiir yazmaya nasıl ve ne zaman başladınız?
Öyle biliniyorum ama ben şiir ile öyküye birlikte başladım. 1975 yılında Düşünce dergisinde Filistin ile ilgili bir şiirim var. Dönüp baktığımda Diriliş eksenli bir sesi var o şiirin. Daha sonra Yeni Devir gazetesi kültür sanat sayfasında şiirlerim öykülerim birlikte yer aldı. Erzurum’da MTTB’nin Talebe gazetesini çıkardık kültür sanat sayfasını ben yönettim orada da şiirlerim yer aldı. Üniversiteyi bitirdikten sonra İstanbul’a yerleştim. Bir dosya şiir, bir dosya öykü birikti. 1980 yılında dosyalarımı aldım Ankara’ya Mavera dergisine gittim, merhum Cahit Zarifoğlu’na verdim döndüm. Dönüşümde bir mektup geldi Cahit Bey’den. Öykülerimi beğendiklerini, dergide sırayla yayımlayacaklarını bildirdi. Şiirimden tek satır bahis geçmedi. Sonraki zamanlarda da bir araya geldiğimizde bu konu hiç konuşulmadı, ben de sormadım. Şiiri dünyama çektim, daha doğrusu şiirimi öykülerime yedirdim. İlk öykü kitabımdan sonra bu gözle bakılırsa şiirsel bir tat olduğu görülür.
Şiir yazmaya başlamanıza kimler vesile oldu?
Malatyalı İbrahim Soysal Elâzığ İmam Hatip Okulu’na sürgün geldi. Türkçe öğretmeniydi ve çok hareketli biriydi. 1970 yılında beni İslâm Kitabevi’ne götürdü, orada Diriliş dergisinin 1. sayısını, Sezai Bey’in İslâm Toplumunun Ekonomik Strüktürü, Allah’a İnanmak ve İnsanlık, Necip Fazıl’ın Ruh Burkuntlarından Hikâyeler, Sonsuzluk Kervanı kitaplarını aldırdı. Üstadın Çile şiir kitabı henüz çıkmamıştı o zaman. Sarı kâğıt ve kaliteli baskı çıkınca onu aldım. Başlangıçta Necip Fazıl etkisi ile hece tarzı şiirler yazdım, yerel gazetelerde yayımladım.
Bu alanda etkilendiğiniz, örnek aldığınız bir isim var mı?
Sezai Karakoç ile Cahit Zarifoğlu. Elbette hem Diriliş, hem de edebiyat dergilerinin şairlerinden beslendim. Bunlarla sınırlı kalmadım. Birçok dergiyi takip ettim. Sonra da dünya edebiyatına açıldım, kendi tarzımı ve yolumu belirledim.
‘Dolunay Bestesi’ kitabının bir öyküsü var mı? Bu şiirleri yayımlamaya nasıl karar verdiniz?
Çok olmasa da ara ara şiirler yazdım, bir kenara attım. Ama yayımlamadım. 2010 yılında ağır bir hastalık dönemim oldu. Altı ay kadar hiçbir şey okuyamadım. Hastanede ve evde yatarken Mevlâna, Şemsi Tebrizi sonra da Muhyiddin İbn Arabi’nin Füsus’ul Hikem’ini bölüm bölüm okudum. Bu arada şiir yeniden sökün etti. ‘Su Niyeti’ bölümünün şiirleridir bunlar. Peş peşe kırk kadar şiir yazma düşüncem oldu. O arada şiir ritmi kendini buldu. Onlardan bir kaçını Yedi İklim dergisinde yayımladım. Anzelha ile İbrahim romanı çok kısa sürede çıktı. Öykü Ağacı denemelerim aynı döneme denk düştü. Kırk şiir düşüncesinin dışında kendimle konuşmalar, kendime mektuplar tarzında denemelerim oldu. Onu da kırk sayısına tamamlama düşüncesindeydim. Onlar hem tamamlanamadı, hem de yayımlamadan öylece duruyor. Daha sonra ‘Dolunay Bestesi’ başlı başına gelişti. Her dolunay zamanında bir bölüm yazıldı. Bir kenarda tuttum bunları. Şiir dosyalarım birikti. Bu arada Siirt Üniversitesi’nde genç bir akademisyen ‘Sezai Karakoç şiir izleğinde Ali Haydar Haksal şiiri’ konulu akademik çalışmada bulunuyor, şiirlerimi toplamış. Bir antolojide yer alan iki şiirim vardı, onları ilettim. Akademik çalışma için bunların yeterli olmadığını söyledim. Eğer zamanı var ise yakında kitap çıkacak dedim. Sağ olsun editörüm, şair ve akademisyen Mehmet Özger dosyayı toparladı, tasnifini yaptı teslim etti, kısa sürede çıktı.
Yazının her türünde üreten bir isimsiniz. Öykü, roman ve şiirle ilgili anlatım konusunda nasıl farklar var, siz hangi türde kendinizi daha rahat hissediyorsunuz?
Yıllarımı öyküye verdim. Romanlar ondan sonra yazıldı. Romanlarımın anlatılış tarzı da öyküye yakın. Anlatımda zorlanmıyorum. Öykü soluklandığım bir alan. Öyküde de şiirde de ilk doğuş önemli arkası kendiliğinden geliyor. Yeterince öykü yazdım diyeceğim ama akıyor öykü nehrimin suları. Şiir de öyle şu an. Sürdürüyorum. Roman tabiî ki farklı. Hüzün romanım sekiz yılımı aldı. Anzelha ile İbrahim romanım iki ay içinde yazıldı. Şunu belirteyim ki çok okuyorum, durmaksızın. Bende bir tıkanma söz konusu değil.
Bir söyleşinizde “Şiir, söz sanatının en güçlü alanıdır. Şiir, düşüncenin süzülmüş olan saf ve som halidir” demiştiniz. Bunu biraz açabilir misiniz?
Elbette öyledir. Söz ve yazı sanatının kristalize olmuş som hâlidir şiir. Som altın gibi. Fazlalıkları kaldırmıyor. Şiirde ritim, ses, akış önemli. Bunu sağlayabilmek için güç ve sabır gerekir. ‘Şiir sabrı’ diyeyim buna. Aceleye gelmiyor. Elbette ki ustalar artık bunun kıvamındadırlar onlar için şiir zor olmasa gerek. Bir dize, bir beyit çok şeyi anlatmaya yetiyor. Birkaç sayfada anlatılacak bir düşünce iki dize ile verilebiliyor. Diğer alanları biraz gevezelik gibidir. Bu, özellikle roman için geçerli. Öykü kısa metinler olduğundan şiire yakın duruyor. Ama şiir şiirdir, öykü de öykü. Onların sınırlarını bilmek gerekiyor.
Bazı şiirleriniz üç mısra, geneli ise kısa. Bir romancı olarak bu kadar kısa yazmak size ne hissettiriyor?
Şiir sözün saf hâli. Gevezelik kaldırmıyor. Kendinizi öz olarak da anlatabilirsiniz. O, size çok şeyi veriyor. Düşünme yoğunluğunuzun saf ve som halidir çünkü. İnsanın derinliğinin göstergesi. Kısaca şiir şiirdir. Uzun anlatılar insanı öyküye götürür, ya da düz metne. Son dönemlerde gençlerde bu biraz da revaçta. Şiire ironi katmak, artislik yapma gibi bir duygu olarak görüyorum. O da bir tarz tabii.
HÜZNÜN YAZARIYIM
Kitaptaki şiirlerinizde aşkı, yalnızlığı, acıyı, umudu anlatıyorsunuz. Nasıl şiir yazıyorsunuz?
Bu soruya gülümsedim. Siz özetlemişsiniz. Kimi eleştirmenler beni ‘hüzün’ yazarı olarak niteledi, ki doğrudur. Bu, ister istemez bütüne yansıyor. Yalnızlık da öyle. Bir başımıza dünyaya geliyoruz, yaşıyoruz ve bir başımıza ölüyoruz. Kalabalıkların içindeyken de yalnızız, doğal olanı da bu. Sevgi veya aşk olmadan yaşanamıyor. Sevgisi olmayanlar zaten tükenmiş bu hayatı bitirmişler demektir. Sevgi insanı yüceltir, yüceliğe götürür. Anzelha ile İbrahim romanı dağ metaforuyla biter. Hem yücelmeye hem de yalnızlaşmaya giden bir yolculuk. Şair bir dostum ondaki ara metinlerin iyi birer şiir olduğunu söylemişti. İnsan doğası gereği yaş bir engel değildir. Tabii ki bunun da sınırları var bizim için. Kimi öykülerim şiirdir epey de yekun tutuyor onlar. Müslümanız, özellerimiz sorumluluklarımız var. Biliriz ki sağ ve sol omuzlarımızda yazıcı melekler her eylemimizi kayda geçerler. Bu bizim için bir otokontroldür. Çünkü bunların hesabını da vermek durumundayız. Nasıl mı yazıyorum, yazıyorum işte. Gecelerim benim derinliğim. Rahatsızlıklarımdan sonra, geceleri çok zamanım oluyor. Yaklaşık on yıldır ev ortamındayım. Okuyorum. Düşünüyorum ve yazıyorum. Bir imgenin doğuşu anlıktır sonra da arkası geliyor.