Selahattin Yusuf: Türkiye’de politik yazar figürü yok

319591_h

GAZETECİLER.COM- Yazar Selahattin Yusuf’la son romanı “Masumiyetin Son Günleri” çerçevesinde edebiyatın Türkiye ve dünyadaki durumunu, kültür-sanat dünyasının sorunlarını konuştuk.

– Son kitabınız “Masumiyet’in Son Günleri” oldukça farklı bir üslup içeriyor. İnsan
okurken sanki başka bir dilde tuhaf bir hikaye dinliyormuş hissine kapılıyor. Bu
kadar imge yoğunluğu ve betimleme tutkusu neden?

Eğer gerçekten öyleyse, benim için sevindirici bir durum bu. Hayat kendiliğinden
değişir; ama nesnelerin, olayların, duyguların değişmek için yazara ihtiyacı
vardır. Yazar, değişmesi gereken şeyi başka bir şeye benzeterek değiştirmiş olur.
Kolay bir iş değil ama. İyi bir yazar olaya, şeye veya duruma dışarıdan bakmanın
imkanlarını/araçlarını kullanabiliyor olmalıdır. Hayata ve içindeki her şeye
bakışımızı tazelemenin tek yolu budur. İnsanoğlu olarak zinde ve taze
kalmamızın imkanıdır.

EDEBİYAT BİZE GÖZLERİMİZİ GERİ KAZANDIRMAK ZORUNDADIR

Yaşamaktayken gözlerimiz yorulur, alışır ve göremez
oluruz. Ruhsal atıllık felakettir. Bunu biz yazarlar tedavi etmek zorundayız.
Edebiyat gözlerimizi bize geri kazandırmak zorundadır. Bunu dilin gündelik –
alışılmış- kullanımı içinde kalarak kotarmak imkansızdır. Çünkü gündelik dil,
hadi diyelim 300 kelime kapasitesiyle, ancak bir uyuma biçimidir aslında.
Dalgınlıktır. O ancak bize biyolojik hayatımız için yetebilir; ruhsal zenginliğimiz
için değil. Bir örnek vereyim. “iskele” kelimesini alalım. Her zaman bir melodram
vadeder bu kelime. Çok kullanılmış, eskimiş ve neredeyse yeni bir şey anlatamaz
hale gelmiş bir imgedir artık, değil mi? Ama mesela bir iskeleyi Joyce’un yaptığı
gibi “hayal kırıklığına uğramış bir köprü” olarak hayal ettiğimizde işler değişir.
Artık iskele karşı yakaya (öteki insana) ulaşamamış, çabalamış, ama hayal
kırıklığına uğramış bir imgeye dönüşmüş olur. Günümüzün artık hayatın bin bir
türlü işgali altında yok olmaya yüz tutmuş aşkları için bundan daha verimli bir
dil olabilir mi? İletişimsizliği, hayal kırıklığını artık bu seviyeden anlatmak
zorundayız.

– Romanınızdaki Masum karakterini hatırlattı bu iskele alegorisi bana…

Masum, evet. Aslında romandaki bir çok karakter öyle. Bir iletişimsizlikler şenliği
olarak düşündüğümüzde, doğru bu.

– Bir söyleşinizde anlatılan edebiyat ve yaratılan edebiyat diye bir ayırımdan
bahsediyorsunuz. Ne farkı var bunların?

Anlatılan edebiyat, sözlü olarak da aktarılabilir neredeyse. Hikaye anlatmak.
Belirli bir olayı anlatmak. Başı sonu belli bir ilginçliği, sözlü olarak da
anlatılabileceği halde, ayrıca yazmak. Bunu anlamlı bulmuyorum. Şöyle. Bir kere
“anlatılan” edebiyat, gerçek zamanı kullanır. Bu klasik yol, hikayeyi içinde
bulunduğumuz zamandan koparır, alır ve başka bir zamanın içine yerleştirir.
Hikaye bittiğinde geri dönmüş ve yine aynı halde oturuyor buluruz kendimizi.
Bir anlık dalgınlık yani bu. Biraz dalmışım, deriz. Böyledir. Ama bu modern hayatın gıdalanabileceği bir anlatım biçimi değil. Gerçeği hikaye olarak anlatmak,
ibret almak vs. Hayır. Unutmayalım ki alegori (benzetme) klasik zamanların
yeterli dilidir. Henüz yerinden edilmemiş hakikatin, zararsız biçimde
oyalanmaya ihtiyacı olan çağların için bir avunma tekniğidir. Günümüz hayatı
için ise daha karmaşık, daha modern bir teknik lazım. Yani ironi, humor
gerekiyor. Hayatlarımız öyle artık çünkü. Artık edebiyat kendi kendini de
incelikle yıkabilen bir seviyede olmalıdır. Bu sofistike operasyonu ancak yazarak,
kendi içinden kanayan ve kendi kanıyla beslenen bir dille yapabilirsiniz. Biraz
karmaşık mı?

– Yoo hayır. Aklıma şu geldi. Bu modern dil, yani kendi kendini eleştiren, yıkabilen dil belki Türkiye’de işe yarayabilir. Yani sadece iyi edebiyat için değil, sosyal ve hatta politik ortam için de gerekebilir bu.

Kesinlikle katılıyorum. Türkiye’de biliyorsunuz edebi taraflar yok. Yani
Türkiye’de insanlar edebiyat kavgasıyla ayrışacak kadar seçkin bir hayatta
değiller. Sosyolojinin ve siyasetin bu kadar kalın çizgilerle ayrışmış olmasının bir
nedeni de bu. Yani ayrışmalar modern metinler (ironi ve humor) üzerinden
değil; klasik anlatılar (alegori) üzerinden yürüyor. Bu da kendine bakma/kendini
eleştirme alışkanlığının maya tutmasını engelliyor. Karşılıklı iman tazeleme ve
yüceltme/saldırma alışkanlığını güçlendiriyor. Öte yandan, şu da söylenebilir; ne
türden olursa olsun, metin üzerinden muhatap alma seviyemiz çok cılız. Nicelik
olarak yani. Olduğu kadarıyla metinle ilişkimiz 1970’lerden kalma. Kaba
ideolojik çizgileriyle karakterize olmuş durumda. Bu berbat bir şey. Şişinme ve
böbürlenme. O kadar. Cesamet ve sayı. Kuvvet ve rekabet. Bu kadar. Oysa
kavgayı yazarlar, kültür ve fikir adamları vermeliydi. Kavga oradan
kaynaklanmalıydı. Ülkeyi ileriye götürecek olan budur. Bir keresinde Kürt
sorunuyla ilgili söylemiştim; Kazancı Bedih ile Neşet Ertaş’ın kavgası yoktur.
Ahmedi Hani ile Şeyh Galib’in kavgası yoktur. Olsaydı bile ne kadar öğretici
olurdu, düşünelim. Çünkü yakından baktığınızda bu tarafların köklerini toprağın
altında birbirlerine sarılmış halde buluruz.

– Evet ama Türkiye’de yazarların da oldukça politikleştiğini görüyoruz son
zamanlarda. Buna katılmıyor musunuz?

Aslında yeterince politik olamadıkları için sürekli politik olmak durumunda
kalıyorlar. Şunu söylemek istiyorum. Politikayı da değerlendirebilecek seviyede
bir politik yazar figürü yok. Ellerini politikanın altına sokamıyorlar. Bunun,
güncel handikapların yanı sıra çok eski bir hikayesi var. Bir kere benim
“entelektüel orta sınıf” dediğim unsur yok ortada. Maddi temeli yok yani.
Osmanlı’da Yeniçeri Ocağının kaldırılmasından sonra dayanaksız kalan “ilmiye”
erbabı, 1826’dan beri kendine bir dayanak, Halil İnalcık’ın deyişiyle bir “patron”
aramıştır. Ki, normaldir bu. Batı’da bu zümreye patronluk yapan feodal bey ve
sonra gelen burjuvanın karşılığı, bizde Bab-ı Ali olmuş. Ama sonra kim var?
Düşünün, Türk basın ve fikir dünyasının daha düne kadar yerleşik olduğu muhite
“Bab-ı Ali” demişiz. Gazeteler, dergiler, fikir, sanat vs nerede oturmuş hep?
Cağaloğlu’nda. Peki oranın yaygın ismi neden Cağaloğlu değil de “Bab-ı Ali”
olagelmiş? Çünkü muhitin ismini “patronun” ismiyle çağırmaya yüz elli yıl önce başlamışız. Bu gerçeği bilmeden günümüzün aydın-devlet, medya-hükümet ilişkilerini analiz edemeyiz.

– Peki günümüzde bu dayanak veya patronaj neresi?

Axel Springer… (Gülüyor). Şöyle. 1934’te kurulan Kadro dergisi, tipik bir
“Devletin organik aydınları” oluşumuydu. Yani o yazarlar, devletin ihtiyacı olan
fikri üretecek ve devletimiz ricaline servis edeceklerdi. Bir yakıştırma filan değil
bu. Derginin kuruluş manifestosu böyle. Tabii bir süre sonra doğal ölüm
gerçekleşiyor. İmkansız böyle bir şey çünkü. Ama sonra, yani 1960 darbesinden
sonra Türkiye’nin özgün yolu kırılıyor. Artık bizim fikir ve sanat dünyamızın
patronu da yavaş yavaş Batı ve Doğu (SSCB-Çin-İran vb) oluyor. Özal sonrasında
ise Batılı patron kendi tekelini kuruyor. Türkiye’de artık bir “entelektüel
mütegallibe” mevcut. Ben buna Özal sonrası liberal-sol mütegallibe diyorum.
Kimlik solu. İktisatçılar “fabrika üretebilen fabrika” diye bir şeyden bahsederler.
Ülkemizin değer üretebilen değerleri nerede peki? Öyle bir moral iklim yok artık.
Olanlar da atıllıktan kapandı. Şu son Ramazan’a bakın. Kuran okuyan hafızlar bile
göz ucuyla kamerayı süzüyorlar. Vaaz verenler birbirlerinin omuzlarını
çiğniyorlar. Nihaî değerine politika borsasında erişmeyen hangi kanaat ortamı
kaldı muhafazakar camiada? Öte yandan patronu Cannes’da, NewYork’ta, Berlin
veya Viyana’da olanlar da ortamı kolayca domine ediyorlar ve gizli/açık bir Batı
kültür ajanı programı takip ediyorlar. Özellikle uluslararası finans-kapital
çevrelerinin yumuşak gücü halinde çalışmalarına devam ediyorlar. Sinema,
edebiyat, tiyatro vs tekelleri bu yiğit, bu civanmert vatan evlatlarının elinde. Axel
Springer esprisini bunun için yaptım. Bunun değişmesi öyle yayın/dağıtım
tekellerinin el değiştirmesiyle, yayın sermayesinin değişmesiyle vs mümkün
değil. Tamamen başka bir konu çünkü. Türkiye’nin yetişmiş insan gücü diye bir
şey varsa; o güç yoktur işte. Hiç değilse Türkiye için değildir. Ve Türkiye bugün
Batı kültürünün elden düşme ajanlarının bir tür sayfiye cennetidir. Türkiye için
elzem olan her moral güç, oryantalize edilip etkisizleştirilmiş, başkası için
terbiye edilmiş birer unsura dönüşmüş durumdadır. Net. Dahası var. Batı
kültürünün iyi yazarlarının ve sinemacılarının ülkemiz gümrüklerinden ancak
büyük ve yaratıcı yanlış anlamalar sayesinde geçebiliyor olmalarının her zaman
daha ilginç bir hikayesi vardır. Çok uzar bu mesele ama…

– Romanınıza dönelim mi yine? Romanınızda Masum ve Handan gençliklerinde
büyük bir aşkın iki kahramanı. İki devrimci genç. Sonra ideolojik cennetlerini
yitirince sınıfsız ilişkileri cesaret kaybına uğruyor ve Handan sınıfsal kökenlerini
giderek daha sık hatırlamaya başlıyor. Nihayet bir aile trajedisinin çırpınan ve
çıkışamayan karakterlerine dönüşüyorlar. Bu kaba hattı düşündüğümüzde aşkın
imkansızlığını, aşkın kendisinden başka bir çok şarta bağlanmış olduğunu
görüyoruz sanki, doğru mu?

Saf aşkın eleştirisi. Evet. Benim romanda sormaya çalıştığım soru şuydu: Aşk
kendisi dışından bu kadar gerçek ödünç aldığında bile hala kendisi midir?
Dünyadan, fizikten, ekonomiden, hatta psikolojiden bu kadar yardım aldığında
bile saf kalabilir mi? Bu kadar çok doktorun aynı anda tedavi önerdiği (kişisel
gelişim külliyatını hatırlayın) bir hastaya inatla bir sağlık, sağlamlık atfediyoruz.
Onu eski alışkanlığımızla en sağlam moral temel kabul ediyoruz. Reçetelerle, psikolojik desteklerle ve rehber kitaplarla delik deşik edilmiş bir hayat onunki artık.

– Ama yine de var bir şekilde aşk, öyle değil mi?

Evet, patolojik biçimde hayata tutunuyor. Bize ve kendine bir ölüm borçlu. Ve bu
borçla yaşıyor. Yaşaması ve gerçekten var olması için belki yeniden doğması
gerekiyor. Ama dünyanın bugünkü gidişatı buna pek müsait değil bence.
Domatesin genetiğiyle oynayıp bir tohumdan bin sahte domates üreten sistem,
aşkı da bütün “piyasalara” yetebilsin diye her gün sulandırıyor. Bu sert bir
mekanik. Öyle kolay kolay halledilebilecek bir mesele değilmiş gibime geliyor.

– İyi bir roman nasıl olmalıdır peki? Gerçi siz hep iyi edebiyat diyorsunuz ama…

İyi bir romanın nasıl olması gerektiği konusunda, iyi roman sayısı kadar cevap
vardır ve hepsi de doğrudur. Benim kendimce genel bir cevabım var yine de. İyi
bir roman insanın içini paramparça etmelidir veya hiçbir şeydir. Kötü romana
veya edebiyata gelince. Sayısız cevabı var yine bana kalırsa. Tıpkı diğer kötü her
şey gibi.

– Türkiye’de yazılmış iyi romanlar vardır mutlaka. Sizi çok etkileyen romancılardan ve yazarlardan bahseder misiniz biraz?

Tanpınar’ı ve İkinci Yeni şiirini çıkarın, Türk edebiyatı metruk bir evin çatısı gibi
kendi içine çöker. Bu iki unsur çok önemli. İsmet Özel, göklerimizdeki İkinci Yeni
takımyıldızının hemen üstünde, şaşırtıcı parıltısıyla yapayalnız durur. Bulunduğu
yeri tek başına ışıtır. Nesrimiz için Tanpınar, ayrıca öğretmendir. İnsanı hangi
konulara burnunu nasıl sokacağı konusunda ders çalıştırır. Muhtemelen her
ülkenin bir Dostoyevski’si vardır. Bizimki de Cemil Meriç’le birlikte odur. Cemil
Meriç sosyologdur. Ama Türk okurunun kendisini bir çeşit personel
yetmezliğinden atadığı asıl görev yeri edebiyattır. Türk dilinin kılcal damarlarına
kadar kan gönderebilen, modern ve dakik bir dil ustasıdır Meriç. Dil ekonomisini
bizde en iyi şairlerimizden sonra, neredeyse onlara bile yol gösterecek kadar
maharetle yerli yerine oturtmuştur. Gerçek bir lezzettir. Memleketin sürekli bir
weltanschauung (dünya görüşü) krizi/depremi geçirmekte olduğunu sezmişti.
Felaketi hissetmişti. Türk okur yazarını bıkmadan usanmadan bir toplanma
yerine çağırdı. Umutsuz çabası, tutkuyla sevdiği bir cesedi canhıraş hırpalayan
bir canlının trajik hikayesine benzer. Ama Türk okuru ona maalesef hep ölü
muamelesi yaptı. Ve bence yine maalesef hala ölü. Tanpınar’a gelince. Neden
bizim Dostoyevski’mizdir? Çünkü her ülke klasik çağdan modern çağa geçmek
zorunda kalmış, bu eşiğin derin sancılarını hissetmiştir. Rusya’da Dostoyevski,
yaşlı kadınların dizlerindeki romatizma gibi geleceği görmüş, yağmuru önceden
bilmişti. Hoş, ağrı onun dizlerinde değil yüreğindeydi. Gelmekte olan modern
yıkım karşısındaki teklifi, Tanpınar’ınkiyle neredeyse aynıdır. İkisi de modernite
eşiğinin üzerinde durmuş, gözlerini iki yana da yırtarcasına açmıştı. Gelmekte
olan kasırga için, geçmişten ağırlıklar bakınmışlardı bu yazarlar. Geçmişten evet.
Yerinden edilemeyecek, tutunulabilecek, sürüklenmeyecek kadar ağır, sabit
şeyler. Selde sürüklenen ağırlıklar değil, kütükler değil; kökleri toprağın altında
derinlere inmiş metafizik ağaçlar. İkisi de sırf bu bakımdan hem moderndirler, hem de modernitenin kurbanıdırlar. Hem modernizmi edebiyatta yaratmış; hem de onun kurbanı olmuşlardır. Bile isteye. Bunu açık bir bilinçle, en iyi yol olarak
seçmişlerdir. Kulaklarını toprağa koymuş, kendi uygarlıklarının derinliklerindeki
titreşimleri, o sismik dikkatleriyle o metafizik kirişten dinlemeyi bilmişlerdir.
Duyduklarını kayda geçirirken neredeyse kaçınılmaz bir dürüstlüğe maruz
kalmışlardır. Ve bu iki inanılmaz yazarın kendi gündelik hayatlarında nasıl da
dokunaklı bir acemilik içinde çırpındıklarını hatırlayalım.

– Bundan sonra herhangi bir hazırlığınız var mı? Çalışma masanızda neler var?

Valla ne zamandır kısa öyküler var kafamda. Romana başlamadan önce de vardır.
onları toparlamak istiyorum ama zaman bulmam lazım. Ayrıca çok seyrek olarak
şiir yazıyorum. Bir kaç yılda bir neredeyse. Çalışmaya devam edeceğim ömrüm
oldukça bakalım.

– Çok teşekkür ederiz bu söyleşi için.

Ben teşekkür ederim fırsat verdiğiniz için.

Exit mobile version