Yirmi gündür hastayım. Okurlarım biliyordur. Boyuna yatıyorum, boyuna uyuyorum, boyuna sağ tarafımdaki pencereden gökyüzüne bakıyorum. Gökyüzünde uçaklar sağdan gelip Yeşilköy’e doğru, soldan gelip Avrupa’ya doğru süzülüyorlar. Tombul bulutlar arasından yahut da zifiri karanlık arasından. Ecevit’in bir şiiri vardır ‘Takalar’ diye. ‘Allı yeşilli takalar’ diye tasvir eder onları. İşte benim uçaklar da ‘allı yeşilli.’
Nerelerinden fışkırıyor ışıklar diye dikkat edecek oldum, yetiştiremedim. Geçip gittiler. Ama tadına doyulmuyor. Peş peşe geçerlerken hele, uçurtmalar gibi güzel oluyorlar. Bana bakan hanıma, ‘perdeyi aç, oyuncaklarımı göreceğim’ diyorum. Gerçekten de oyuncaklarımı görüyorum.
Çocukken uçakla oynamadım ama 80’ine yaklaştığım şu günlerde onlarla, bakarak da olsa oynuyorum. Onların geçtiği hava, bana zevk ve huzur veriyor. Sanki tertemiz bir dünyada yaşıyormuşuz. Sanki hileler, kabalıklar, hoyratlıklar, iftiralar ve yalanlar yokmuş. Sanki hayat ve gökyüzü sonsuzmuş. Şimdi diyeceksiniz ki bu kargaşada, herkesin tutuklandığı, yüzlerin solup sarardığı, insanların kendilerini müdafaa etmek için avaz avaz bağırdığı şu günlerde, yapacak başka bir şey yokmuş gibi oyuncak uçaklarımı yazmamı kimileri yadırgayacaklardır. Olsun varsın. Ben onlara bakarken çok iyiyim, hatta mutluyum bile denebilir. Mutlu olma imkanları o kadar çok mu?
Bu uçaklar bana ne çok şeyler hatırlatıyor. Mesela onların uçtuğu ve benim yaşadığım toprakların ve havanın ne kadar temiz olduğunu hatırlatıyor.
Bir türlü kirlenmeyen, kirletilemeyen, kirletilse de kendi kendini temizleyen maddeler gibi havamız ve suyumuz, tıpkı 1930’ların devrimci havası gibi. Yeni bir uyanışın, yeni bir direnişin temiz soluklu havası gibi.
Ben o yılların sonuna yetiştim. İlkokula gidiyordum. Bayramlardan, törenlerden başkasını düşünmezdik. Ne Osmanlıca derdimiz vardı ne de İmam Hatip derdimiz vardı. Bununla beraber Osmanlıca kelimeleri bilir ve anlardık. Ben hâlâ onları kullanır ve diğerlerini küçümserim. Örneğin yerine mesela derim. İşte buna benzer aklınıza ne gelirse. Şimdiki Osmanlıca aşıklarına bakıyorum da benden ziyade arı Türkçeci olmuşlar. Mesela ben yanıt demem, diyemem, dilime ağır gelir sanki. Cevaba alışmışım, onu sevmişim, onu kullanırım. Anımsamak lafını öldürseniz söyleyemem, hatırlamak hem güzel, hem kolay gelir. Hele şimdi yeni uydurulan kelimeler var. Onları hiç söyleyemem. Mesela; “birliktelik, farkındalık” , bir iki tane daha vardı, şimdi unutmuşum. Yani demek istediğim o yıllar, ne derseniz deyin, temiz yıllardı. Kafa karışıklığımız yoktu, dil karışıklığımız yoktu. Bunlara bağlı olarak zihin karışıklığımız da yoktu. Vereceksek doğru İnönü’ye gider oy verirdik, yahut Menderes’e. Birbirimizin saçını başını yolmazdık. Birbirimizi gazete çıkarıyor diye hapse atmazdık. Hele subaylarımız gözümüzün nuru, başımızın tacıydı. Değil hapse atmak, bunu zihnimizden bile geçirmezdik. Bir kere anlatmıştım. Ezine’de dedemin iki katlı bir evi vardı. İki katlı evler o zaman azdı. Orada bir subay otururdu ve hepimiz onunla övünürdük.
***
Uçaklara bakarken; tombul bulutlara, koyu açık mavilere bakarken ya da zifiri karanlığa, bu gökyüzünün ne kadar temiz bir ülkeyi örttüğünü düşünüyorum.
Şu anda pek temiz sayılmaz ama yeniden öyle olacak. Tıpkı 1930’lardaki gibi. Aşağıda başaklar sallanacak, leylekler yuva yapacak, serçeler uçuşacak, meyve ağaçları meyvelerini taşıyamayacak. Yakında, çok yakında…
Yazara ait yayınlanan son makaleleri gazete bayilerinden Yeni Çağ Gazetesi satın alarak okuyabilirsiniz.