Onların yerinde olmak isterdim

8965_b-4

Hâtem-i Tâî ismini duymuşsunuzdur. Doğu edebiyatında cömertlik sembolü bir zat… Kendisine yöneltilen “Dünyada gıpta ettiğin, onun yerinde olmak istediğin birisi oldu mu?” şeklindeki bir soruya şu cevabı vermiştir:

“Bir gün kırk deve kestirerek halka büyük bir ziyafet vermiştim. İnsanlar yiyip içip eğleniyorlardı. Biz de kabile reisleriyle sahranın ilerisinde dolaşıyorduk. Orada, çalı çırpı toplayan birisi dikkatimi çekti. Ne yaptığını sordum. ‘Gördüğün gibi kırgı topluyorum. Bunları şehre götürüp satacağım. Sonra da bu parayla ekmek alıp yiyeceğim’ dedi. ‘Görmüyor musun, Hâtem-i Tâî’nin ziyafeti var, herkes yiyip içip eğleniyor, sen de git, karnını doyur. Niye bu sıkıntıyı çekiyorsun?’ dediğimde oduncu bana şu cevabı verdi: ‘Her kim kendi alın teriyle yer içerse Hâtem-i Tâî’nin minnetini çekmez’. Ben bu zatı himmet ve şerefini koruma hususunda kendimden daha yüksek gördüm ve onun yerinde olmak istedim.”

Hâtem-i Tâî misâli hepimizin zaman zaman imrendiğimiz, gıpta ettiğimiz, yerinde olmak istediğimiz kişiler olmuştur. Geçen gün Toros yaylalarının eteğinde bir bağ evinin balkonundan etrafı seyrediyordum. Başlarında takke, ellerinde tespih, yüksek sesle sohbet ederek camiye giden hacı amcalar dikkatimi çekti. Konuşmalarından anladığımız kadarıyla Müslümanlığın gereklerini hakkıyla yerine getirdikleri kanaatindeydiler. Yani amellerine güveniyorlardı. “Namazımızı kılıyoruz, orucumuzu tutuyoruz, hacca da gittik geldik, biz cennete gitmeyeceksek başka kim gidecek” der gibi bir halleri vardı.

Doğrusunu söylemek gerekirse onların kendi amellerine güvenen bu gailesiz hallerine imrendim. Keşke ben de Hz. Peygamberimizin “Hiç kimse -ben de dâhil- kendi ameliyle cennete giremez” hadisini bilmiyor olsaydım. Yine Allah resulünün “Bir kimsenin namazı niyazı sizi aldatmasın. Onun dirhem ve dinarla yani para ile olan ilişkisine bakın” sözünü duymamış olsaydım. Müminin “korku” ile “ümit” arasında olması gerektiğinden haberdar olmasaydım. Yunus Emre’nin “Dîn ü îmân bünyâdı doğrulukla gerçeklik//Ol tamam olmayıcak ne ile dîn çatarsın” (Din ve imanın temeli doğruluk ve dürüstlüktür. Bu temel [doğruluk ve dürüstlük] olmadan nasıl din bina edersin?) beyti kırk yıldır ezberimde olmasaydı… Velhâsıl cehl-i mürekkep (bilmediğini de bilmeyen) sahibi olsaydım da Yenişehirli Avnî’nin dediği gibi sorumluluk ateşinde yanmaktansa cehalet karanlığında rahat etseydim:

“Şûle-i cevher-i idrâk ile yanmaktansa//Râhat-ı leyle-i zalmâ-yı cehâlet ehven”

Maalesef bize İslâm doğru anlatılmamış, en azından eksik anlatılmış. İslâm’ın özünü teşkil eden hak-hukuk, adalet, dürüstlük değil de günah-sevap, cennet-cehennem etrafında dönüp durulmuş. Günümüzde de değişen bir şey yok, aynen devam…

Müftü Efendi camide halka şöyle hitap ediyor: “Hz. Peygamber en iyi deveye biniyordu. Bugünün en iyi devesi Mercedes’tir. Müslüman Mercedes’e binmeli…” İyi de o gün Müslüman toplum en iyi deveyi yetiştiriyordu. Bugün en iyi deveyi yani Mercedes’i Müslümanlar üretemiyor. Dolayısıyla, Müslüman Mercedes’e binmeli diyen müftümüz, Batı’nın açık pazarı olalım, Batı üretsin Müslümanlar tüketsin dediğinin farkında değil. Müftü böyle olursa cemaat de öyle olur tabii…

Maksadımız ne cehalete övgü düzmek ne de Müslümanları yermek… İslâm dünyasının bugünkü hâl-i pür-melâli ortadayken müminlerin bu rahat ve gailesiz halleri insanı üzüyor. Keşke ya hiçbir şeyden haberdar olmasaydık ya da elimizden bir şey gelseydi…

ACZİMİN GİRYESİ:

“Cehaleti övmek elbet doğru değil, biliyoruz

 Lakin bazen ağlanacak halimize gülüyoruz.”

                                                             (Li-müellifihî)

Yazara ait yayınlanan son makaleleri buradan okuyabilirsiniz. 

Exit mobile version