İstanbul’un kalbine giden yol açıldı

İstanbul’un kalbine giden yol açıldı

İstanbul zamansız bir şehir. Onu bir zaman içine hapsetmek, zaman içinde tanımlamaya çalışmak yersiz ve yetersizdir. Zira tarihi M.Ö. 3 binlere kadar giden iki büyük imparatorluğa başkentlik yapan bu şehrin bıraktığı izlerin tortusu aslında gündelik yaşamımızın birer parçasıdır ama ne yazık ki buna değer vermiyor, bu durum üzerine çok da düşünmüyoruz. Nasıl insanın fani vücudu kendisine bir emanetse, onu nasıl hor kullanmamaya dikkat ediyorsa, İstanbul’a da bu şekilde yaklaşmalı. İstanbul bize emanet. Ademoğlu kendi malından çok emanet üzerine düşünür.  

İstanbul’un bazı insanlar için daha özel olduğunu düşünüyorum. Bu şehirde yaşayan milyonlarca insan, hayatın keşmekeşinde şehrin ruhundan bihaber olurken, bu özel insanlar bu şehrin gizil yanlarına dikkat çekmeye ve onun değerlerini bize hatırlatmaya çalışıyorlar, iyi ki varlar. Yakın zamanda elim bir trafik kazasında kaybettiğimiz Prof. Dr. Haluk Dursun hocamız işte bu özel insanlardan biriydi. İstanbul’daki önemli kültürel makamlarının hakkını veren, Ayasofya ve Topkapı Sarayı müzelerinin de müdürlüğünü yapan Dursun, 1968’de bu kutsal şehre geldiğinde sanırım bu şehrin kendisi için ne kadar önemli olacağını bilmiyordu.  


İstanbul’da Yaşama Sanatı Haluk Dursun Kapı Yayınları 325 sayfa -18.90

Kapı Yayınları arasında çıkan ve Haluk Dursun tarafından yazılan ‘İstanbul’da Yaşam Sanatı’ adlı kitap, bu şehrin kalbine nasıl girileceğini anlatıyor. “İstanbul’a ilk defa 1968 yılı sonbaharında geldim. Buradaki “geldim” sözü, İstanbul’u “görmeye” değil, İstanbul’da “kalmaya”, “İstanbullu olmaya” geldim olarak değiştirilebilir. Ortaköy’de Çırağan Sarayı’nın bir bölümü olan tarihi sahil sarayında-Galatasaray Lisesi’nde- ilk gecem geçti.” (S.7) Sanırım İstanbul’da geçirdiği o büyülü günün zamanı Haluk hocada unutulmaz bir iz bıraktı ki, ne o İstanbul’dan kopabildi ne de İstanbul ondan. Bu sebeple birbirlerine iyi davrandılar. Haluk hoca da arkadaşlıkla başlayan ve kısa zamanda dostluğa dönüşen hikâyeye hep sadık kaldı. İnsanları da gittiği yoldan götürmeye çalıştı. 

Haluk Dursun, İstanbul’un çok kültürlü zamanın sonuna yetişmiş. İstanbul’un yerlisi haline gelen, özellikle Rumların yaşadığı bölgelerdeki insani durumlarla tanışma fırsatı bulmuş. Haluk hoca bu çok kültürlüğün güzel yanlarını anlatırken üslubuna dikkat etmiş. Zira kendisi kitabında nostalji havasında olmasını engellemeye çalışmış. Evet, İstanbul’un geçmişte güzel zamanları, güzel yerleri vardı ama hala tadını çıkarabileceğimiz, ruhuna teneffüs edeceğimiz yerleri de var. Hoca, şimdiki zamanın kıymetini bilen gerçekçilerden.  

Hocanın dikkat çektiğin bir husus var. “Fransızcada bir tabir var: L’art de vivre. Yaşama sanatı anlamına gelir. L’art de genre ise yaşama üslubu demektir. Avrupa’da bir şehir hakkında tanıtıcı kitap yazılırken, basit bir rehber mahiyetinde kitap bile olsa, o şehirde “yaşama sanatı” adı verilir; “Paris’te Yaşama Sanatı, Londra’da Yaşama Sanatı gibi. Biz ise nedense hep Şehir Rehberi, İstanbul Gezi Rehberi yahut en fazla İstanbul’da Yeme İçme Sanatı gibi başlıkla konup, o muhtevaya uygun bilgiler veriliyor.” (S.25) 

Haluk Dursun hocanın bizzat dikkat çektiği bu nokta İstanbul’da bir kent kültürünün oluşmadığının bu başlıklara doğal olarak nasıl yansıdığını gösteriyor. Anadolu’nun herhangi bir yerinde, tıpkı Osmanlı döneminde olduğu gibi, hayat daha standarttır, daha basittir. Küçük olması insanların birbirleriyle hemhal olmasını kolaylaştırmıştır. Bu da Anadolu’da kolayca düzenin kurulmasına vesile olur, insanlar bu düzenin bozulmasını istemezler. Bozmaya çalışanlar ise daha hukuka başvurmadan dışlanır, ayıplanır. Bu ayıp ise düzen bozana kafidir. 

İstanbul gibi metropol şehirlerde bu durumun tam tersini yaşıyoruz. Hayat daha karmaşık, modern hayatın gelgitlerini insan bizzat hissediyor. Kalabalık. İnsanlar birbirine güvensiz. Bu da insanların hem birbirleriyle hem de bu kutsal şehirle birlikte hareket etmelerini engelliyor. Birbirine set çeken inşaların olduğu bir yerde “Yaşama Sanatı” inşa etmeli, bir kent kültürü oluşturmalıyız. Bunu inşa ederken içindeki eserlerle birlikte yapmalıyız. Bunu bilmeden bu şehre nüfuz edebileceğimizi sanmıyorum. Bu konuda geç kaldığımızı düşünüyorum. Hoca kitabında geçmişteki insan hikâyelerini anlatırken bu kent kültürüne göz kırpıyor. 

Haluk Dursun’un içinden gelen coşkuyla yazdığı belli olan ‘İstanbul’da Yaşama Sanatı’ kitabı bu şehrin derununa aşık olmayı, Boğaziçi’ni, İstanbulluluk kavramını, musikisini, florasını, kuşlarını, ağız tadını, nasıl bir su şehri olduğunu, baharını hatırlatıyor insanlara. Yalnız Haluk hoca bunu yaparken bir rehber edasıyla değil de şehrin, İstanbul’un kendi kelimeleri ve cümleleriyle yapıyor. Bu samimi üslup hocanın bizimle paylaştığı yerleri görme hissi uyandırıyor insanda. Kendisini rahmetle yad ediyorum. 

 

Exit mobile version