Hayat yolunda bir bilge

Hayat yolunda bir bilge

ÖMER FARUK / İSTANBUL

Kucağımda yeni bitirdiğim, kapağını hürmetle okşadığım bir kitap: durma öyle, kalk hadi, harekete geç, diyor. “Siz de en küçük işi, büyük bir biçimde, mükemmel olarak yapabilirsiniz. Her gününüzün değerini bilip küçük başarılarla süsleyerek büyük başarılara hazırlanabilirsiniz. Mesleğinizde ilerleyebilirsiniz.” (s.165) Kitapları açlığımızı dindirmek için okuruz değil mi? Kafamızda yaşattığımız ‘tecessüs’ denilen sevimli ve obur hayvanı beslemek için… Fakat kimi kitaplar da vardır ki iştahımızı açar. Bizi hayallerimiz ve hedeflerimiz için çabalamaktan alıkoyan bütün bahaneleri süpürür atar. Kendi hayatımızı daha iyi ve güzel kılmak için çalışmaya teşvik eder. Modern yayıncılık ‘kişisel gelişim’ etiketi vurmuştur böylesi kitaplara. Kişiliğimizde eksikliğini hissettiğimiz şeyleri tamamlamasını bekleriz. Sözün gelişi, bize para harcamayı, zengin olmayı, rejim yapmayı, pozitif düşünmeyi vs. ‘öğretsin’ isteriz.

Fakat Taha Akyol’un yeniden yayımlanan ‘Hayat Yolunda: Gençler İçin Anılar ve Öneriler’ sıradan bir kişisel gelişim kitabıyla karıştırılmamalı kesinlikle. Şahısları veya kurumları değil ilkeleri ve değerleri savunan kültürlü, sakin, olgun ve ılımlı bir aydının, 73 yıl uzunluğundaki yokuşta şahit olduğu olaylardan, okuduğu kitaplardan, edindiği tecrübelerden damıtıp süzdüğü bir nasihatname belki. ‘Gençler için’ demesine bakmamalı; hayatını ve kafasını bir şeyhe, vaize, cemaate, örgüte, kalabalığa, partiye ya da siyasi lidere ipotek veren, sloganlarla ve kalıplarla düşünen herkes için… Akyol kaba kuvvete karşı fikir mücadelesini, kesin inanca karşı kuşku duymayı, itaat kültürüne karşı eleştirel düşünceyi, radikalizme karşı hoşgörüyü, tembelliğe karşı çalışkan olmayı, nobranlığa karşı nezaketi, karamsarlığa karşı sabrı ve ümidi öğütlüyor.

Taha Akyol kitabının önemli bir kısmını gençler için hayat yolunda en büyük tehlike gördüğü tarikatlara, örgütlere ve sık dokulu yapılara ayırmış. Kendi gençliği, Harun Karadeniz’in “Olaylı yıllar” dediği devirde geçmiş. Hiçbir zaman silahlı çatışmalara karışmamış olsa da inandığı görüşler için döğüşmüş, slogan atmış, parti afişi asmış, yazı yazmış, yargılanmış ve hapis yatmış. Altmışlı ve yetmişli yıllarda iki uca savrulup ‘devrim’ ya da ‘dava’ uğruna birbirine kurşun sıkanlardan, bu ‘anomie’ ortamını yaratan siyasal ve sosyal koşullardan yola çıkarak yakın tarihimize sayfa çeviriyor. Kurucusuna ‘mehdilik’ yakıştıran, ulu amaçlar (!) için ‘seçilmiş’ olduğunu iddia eden mistik ve kapalı yapılara bağlanan müritlerin psikolojisini anlamaya çalışıyor. “Büyük davalara, dini, felsefi, siyasi değerlere inanmak, hayatın her anında bu değerlerle yaşamak başka şeydir ve saygıdeğer bir insani özelliktir. Ancak böyle büyük davaların ya da değerlerin kavram ve sloganlarını kullanan bir ‘kabileye’, sık dokulu bir örgüte bağımlı hale gelmek başka şeydir ve hastalıklı bir ilişkiyi ifade eder.” (S.108)

Hepimiz dünyayı, toplumu, tarihi, günlük hayatı, politik olayları anlamlandırdığımız bir metin taşırız kafamızda. Bu metin ya da ‘harita’ üzerinden okuruz hemen her durumu. Kafamızın içinde taşıdığımız bu metin fark etsek de fark etmesek de bizi biçimlendiren yazarların cümleleriyle yazılmıştır. Onların kitaplarını bir babanın otoritesi ya da gölgesi gibi üzerimizde hissederiz. Çok etkilendiğimiz kitaplar ya da yazarlar onay aldığımız, bakıp hizaya geldiğimiz, fikirlerimizi yapan gizli merkezlerdir. Babalarımızı öldüremediğimiz sürece kendimiz olamayız. Kendimiz olamadığımız sürece Akyol’un ‘sık dokulu yapılar’ dediği örgütlere ‘militan’ ya da ‘sempatizan’ adayı olmaktan kurtulamayız. Totaliter örgütler militanlarını ‘anlam arayan, kişiliği oturmamış gençler’ arasından devşirir. Reşat Nuri Güntekin’in bir roman kahramanının sözüdür: “Hayatını bir vehme kurban etmişim…” der. Taha Akyol’a göre insan gençlikte yaşadığı gönül ve zihin bunalımlarını bütün hayatını mahvedecek maceralara bulaşmadan, herhangi bir kazaya uğramadan aşmayı bilmeli: “…edebiyatla, müzikle, plastik sanatlarla, sporla, fikir akımlarıyla ilgilenerek ve kendinize özen göstererek hayatınızı zenginleştirirseniz, büyük başarılara imza atacağınız bir geleceğe yürüyorsunuz demektir.” (S.152)

Kimlerden örnek vermiyor ki Taha Akyol? Hem modern batı kültürünü hem geleneksel doğu kültürünü beraber “temellük” etmesini bilen şair Yahya Kemal’den azmi ve cesaretiyle ihracat rekorları kırmış iş adamı Adnan Kahveci’ye… Henüz çok erken yaşlarda geleceğini kimyasal araştırmalara adayacağını söyleyen bilim adamı Pasteur’den hep örnek aldığı, ayak izlerini takip ettiği, hukukun, insan haklarının ve hürriyetin ısrarlı savunucusu Ordinaryüs Profesör Ali Fuat Başgil’e… Bir hayatı olduğunun bilincine varıp çalışanlar, başaranlar, uygarlık bahçesine bir gül ekenler resmi geçit yapıyor kitap boyunca okuyucunun önünden; durma öyle, kalk hadi, harekete geç, der gibi!

Kendini inşa etmenin yolu insanın kendisinin farkına varmasından geçiyor. Ama ne yazık ki geç olgunlaşan bir toplumuz. Cemaat toplumu olmamızın sakıncasıdır bu. Kalabalıklar büyümesine izin vermez insanın. Bizim gibi ailenin, mahallenin yani başkalarının çok kuvvetli olduğu toplumlarda çok güçtür bu. Bir hayatımız olduğunun farkına çok geç varırız. “Bize yaşamayı hayat geçtikten sonra öğretiyorlar” diyor Montaigne. Ne haklı! Çözümü bol bol roman, biyografi ve anı okumak. Başkalarının, kendinden evvelkilerin tecrübeleriyle zenginleşir insan.

Fakat gençlik nutka, vaaza ve öğüte benzeyen her söze kulak tıkar. Acelecilik bir gençlik hastalığıdır. Ama bundan çok daha şifasız bir hastalığa tutulmuşuz on yıllardır: Unutkanlık! Hafızası zayıf bir ülkeyiz. Ne toplum olarak ne tek tek bireyler olarak geçmişte yaşanan yanlışlardan ders çıkartmıyoruz. Aydınlarımız, politikacılarımız daha çok yazmalı… Daha çok konuşmalı oysa… Gelecek nesillere bırakacakları en önemli miras, icraat ve eserlerinin yanı sıra hatıratları. Taha Akyol bu kitapla üzerine düşen ödevi yerine getirdi, topluma olan borcunu ödedi. Önsözde dediği gibi: “Birikimler yeni kuşaklara aktarılmasaydı, medeniyet olur muydu?”

 

 

Exit mobile version