Balaban şair babasına kavuştu

Balaban şair babasına kavuştu

İşte seyreyle gözüm,

Hünerini Balaban’ın.

İşte şafak vakti, mayıs

Ayındayız.

İşte aydınlık:

Akıllı, cesur,

Taze, diri, insafsız.

İşte bulut:

Kaymak gibi lüle

Lüle.

N. Hikmet

Balaban’ın bir tablosu için yazıyor bu şiiri Nazım Hikmet. Bursa cezaevinde karşılaşıyorlar Balaban ve Nazım. Biri ayıngacılıktan mahpusa düşmüş bir köylü çocuğu, diğeri dünyanın tanıdığı büyük bir şair, büyük bir aydın. “Şair Baba ve Damdakiler” adlı romanında anlatır bu günleri Balaban. Şair Babası ile nasıl tanıştığını, kendisine nasıl resim yapmayı öğrettiğini ve o köylü çocuktan nasıl bir dünya ressamı yarattığını. Öğrettiği her bir figür için duyduğu heyecanını, “bana akademik resmi öğret” diyen ısrarını, öğrenmeye aç çocuksu coşkusunu ve inatçı kişiliğinin yaşama sevinciyle harmanlandığı bu eşine az rastlanır buluşmanın tüm ayrıntılarını… “O bir güneşti beni ışığıyla aydınlattı” dediği Nazım Hikmet ile aralarındaki ilişki öylesine derin ve çok yönlüydü ki; o, bütün bu duygularını ona Şair Baba diyerek ifade ediyordu.

Bursa cezaevinde yalnızca Şair Baba’sından resmi öğrenmiyor yaşamı, kavgayı, insanları ve onu ilerde dünya ressamları arasına taşıyacak özgün bir sanat anlayışını da şekillendiriyordu. Bursa Cezaevi’nden çıktıktan sonra Nazım onu İstanbul’daki sanat camiasına gurur duyarak tanıştırıyor; Seçköy’den çıkan bu yetenekli ressamı emanet ediyordu. Onun resmindeki renk, konu ve desen özgünlüğü Anadolu’nun ruhunu, Anadolu insanının azametini, doğanın dilini yansıtıyordu. Balaban’ın tablolarına bakanlar gözlerini o güçlü renklerden alamıyor, ince ince işlenmiş desenlerin, dokunma duygusu yaratacak kadar canlılığına kendilerini kaptırıyorlardı. Sanki bir tabloya bakar gibi değil de; bir kitabı okur gibi, bir türkü dinler gibi, bir insanı tanır gibi: gerçek, coşkulu ve bir o kadar da gururlu bir hikâye ile karşılaşıyorlardı. Onun tablolarındaki kadınlar, erkekler, karasabana sürülen öküzler, atlar hepsi ama hepsi üretim içindeki halleriyle resmediliyordu. Çalışan ve üreten insanın kendi ellerindeki kaderi gerçeğin benzetildiği değil; gerçekliğin yeniden üretildiği bir sanat anlayışını gözler önüne seriyordu.

Yıllar önce Cihangir’deki evine “Şair Baba ve Damdakiler” adlı romanını tiyatroya uyarlamak için izin istemeye Haldun Çubukçu ile birlikte gittiğimizde adeta çocuksu bir heyecanla karşılamıştı bizi. Biz, duvardaki tablolarını hayranlıkla izlerken; o, konuyu her defasında Şair Babası’na getiriyor ilerlemiş yaşına rağmen billur gibi hafızasıyla öyle ayrıntılar anlatıyordu ki, kayıt almadığımız için sonrasında hayıflanıyorduk. Ayrılırken öptüğüm ellerinde Nazımın anıları, Bursa Cezaevinin kokusu ve başakların tanesi duruyordu sanki. Hayatım boyunca öptüğüm için en gurur duyduğum eldi bu el. Sonrasında Ankara Devlet Tiyatrosu’nda oynanan oyununun prömiyerinde sahneye çıkıp uzun uzun konuşmuştu. “Türkiye’de üç tane yakışıklı adam var. Biri Atatürk, biri Nazım, biri de ben” dediğinde seyircilerin nasıl bir sevecenlikle alkışladığını hiç unutmuyorum.

Yaşamı boyunca onlarca sergi açmış, hakkında 11 kitap yazılmış bu büyük ressam aynı zamanda Türkiye Sanatçılar Birliği’nin de üyesiydi. Onun Türk sanatında bayraklaşan ismi; ayağını bu topraklara basan, yönünü dünyanın tüm emekçilerine çeviren, inandığı gibi çizen bir sanatçı olarak geleceğin sanatına ve sanatçılarına da mihmandar olacaktır.

İlgili Balaban şair babasına kavuştu haberiyle ilgili sizde görüşlerinizi yazarak gündeme dahil olabilirsiniz. 

Exit mobile version