AK Parti, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın partinin genel başkanı olmasının ardından 16. Kuruluş Yıldönümü’nü kutladı. Erdoğan partisinin kuruluş yıldönümünde önemli mesajlar verdi. Türkiye’nin otoriter mi totaliter mi olduğuna bir türlü karar veremedikleri bir sisteme kaydığına ilişkin eleştirilerde bulunanlara karşı durduğu yeri “yine, yeniden, her zaman, daima demokrasi” olarak tanımladı.
“METAL YORGUNLUĞU”NUN SİYASET BİLİMİNDEKİ KARŞILIĞI
AK Parti’yi kuruluşu öncesinden bugüne, mitinglerinden toplantılarına, kapatma davasından gerçekleştirdiği anayasa değişiklerine kadar yakından takip eden bir gazeteci olarak kuruluş yıldönümünden izlenimlerimi paylaşmak istedim.
Son günlerin en önemli tartışma konusundan “metal yorgunluğu”ndan başlamak gerekirse, Sayın Cumhurbaşkanı kamuoyunda daha fazla bilinen bir kavram olarak “metal yorgunluğu” ifadesiyle bu tespiti yapmış olsa da ben bunu siyaset bilimi ve kamu yönetimi literatürü açısından, daha az bilinen bir kavramsallaştırmayla “bürokratik çevre kirliliği” olarak nitelendiriyorum. Bir diğer deyişle “Yavanokrasi”. Dr. Laurance J. Peter’in ta 1968’de bulduğu bir ilkedir bu, “Peter İlkesi”. “Hiyerarşik bir örgütte her görevli, kendi yeteneksizlik düzeyine doğru yükselme eğilimindedir. Eğer görevlendirilen kişiler yetenekliyseler, insanlığın gelişimine olumlu katkılarda bulunurlar ancak derece merdiveninde yükselmeleri onları yeteneklilik düzeyinden, yeteneksizlik düzeyine de kondurabilir.” Yani, bir akademisyen akademisyenken harika olabilir, bu onun iyi bir dekan ya da rektör olacağı anlamına gelmez, onu dekan ya da rektör yapmadan da yeteneklerinin bu konuma yetmediğini bilemezsiniz. Aslında Erdoğan’ın, AK Parti’nin ve Türkiye’nin karşı karşıya bulunduğu, özellikle uzun iktidar dönemlerinde ortaya çıkan tehdittir.
Peter, “bürokratik çevre kirlenmesi”, kamu yönetiminin işleyişini aksatır ama kurbanları bunun gerçek nedeninin farkına bile varmazlar. Oysa, bürokratik düzen denetimden çıktığı anda, bir toplumdaki çevrebilimi ilgilendiren denge de bozulmuş demektir. Bu noktadan sonra bürokrasi artık, kendiliğinden büyümeyi sürdürür, ilkeler, kurallar, karşı konulmaz bir biçimde dal budak salmaya koyulur. Bürokrasinin kemikleşmesi ürkütücü bir düzeye erişince, bizi de olduğumuz yere mıhlayarak ne pahasına olursa olsun orada tutar. Bu durumu görenlerden aklı başında olanlar, hepimizi bu toplumsal yıkımdan kurtarmaya çabalarlar ama görürler ki bürokrasi, yeniliğe de değişime de ancak kendi kuralları elverdiğince olanak sağlar. Böylece her geçen günle birlikte, geleceğimizi yönlendirme olanağımız azalır, “statüko”nun korunması sonucu değişiklik yapmak olanaksızlaşır, giderek koşullar gerektirse bile, kendimizi yönlendiremeyecek biçimde eli kolu bağlanmış durumda kalırız.
Peter, bu tehdide karşı reçetesini de sunmuş, akılsızca yükselmenin yerine değeri sürekli olan gelişmeyi koyuyor. “Sürekli ve tutarlı olan bütün başarılar henüz son duraklarına erişmemiş kişilerin ürünüdür ancak Peter İlkesi, herkesi etkileyebilir çünkü herkes bir yerde yükselmeye adaydır. Kişiler yeteneksizlik düzeylerine eriştikçe, yararsızların sayısı artar, verimsiz bürokrasiler büyüyüp genişler, nitelik gittikçe bozulur, yavanlık egemen olur. Sonuçta şirketler başarısızlığa uğrar, hükümetler düşer, uygarlıklar çöker, kısacası insanlığın geleceği kararır” diyor.
Peter’e göre, “Bürokratik çevre kirlenmesi” önlenemeyip tüm bir ülkeye yayılırsa, bu durumda o ülkenin yönetimi görünürdeki biçimi ve adı ne olursa olsun, “Yavanokrasi”ye dönecektir! Erdoğan, bir erken uyarı refleksiyle partisinin ve ülkesinin böyle bir tehdit sarmalına girmesine mani olmaya çalışıyor.
HÜZÜNLÜ PARTİLİLER
Bununla birlikte özellikle Erdoğan’ın cumhurbaşkanı seçilmesinin ardından başladığını, kuruluş yıl dönümünde de gözlemlediğim bir olgu var, adını tam olarak koyabilmiş değilim. Türkiye’nin içinde bulunduğu şartlardan, sadece son 4 yılda yaşananların ağırlığından da kaynaklandığı değerlendirmesini yapmak mümkün, AK Partililerin yüzlerine yapışan bir hüzün var. Yüzleri asık oturan, adeta neşeden, sevinçten, gülmekten imtina eden insanlar. Bu açıdan Başbakan Binali Yıldırım’ın, adeta kaskatı duran kitleyi yumuşatan en önemli etken olduğunu belirterek hakkını teslim etmek lazım. Ama bu kitleyi oturduğu yerden ayağa kaldıran, coşturan, heyecanlandıran, harekete geçiren tek aktör var, Recep Tayyip Erdoğan. Ne “aynı dağın yeliyiz, aynı bağın gülüyüz” ne de “ortağız bir namusa”… Oysa 2011 seçimlerinde Türkiye hep birlikte “aynı dağın yeliyiz” şarkısını söylüyordu. Recep Tayyip Erdoğan sevgisini ve coşkusunu hiçbir şarkı veremiyor artık…Yakın siyasi tarihimizde hiçbir lidere nasip olmamış bir sevgi bu. Bir siyasi hareket için hem müthiş bir güç hem de ürkütücü… Zira, bu sevgi inanılmaz bir “Erdoğan’ı kaybetme veya Erdoğan iktidarının kaybetme kaygısı” ya da bazılarına göre kendilerinin “kazandıklarını kaybetme kaygısı” üretiyor, beraberinde bütün kadrolarda “Erdoğan’ın arkasına sığınma” kolaycılığını getiriyor…Biri çıkıp bir konuda düşüncesini açıkladığında ve bu fikrinden dolayı bir eleştiriye uğradığında, koca koca akademisyenler dahi bu kişinin açıkladığı fikrinin arkasında durmasını savunmak yerine bu eleştirilerin aslında Erdoğan’a yapıldığını ya da tersten aslında Erdoğan’ın bu kişiyle aynı görüşte olmadığını söyleyerek fikrini açıklayan kişinin eleştirilerden kurtulmasını sağlamaya çalışıyor. Bu tablo Erdoğan’ın yarattığı, Erdoğan kaynaklı bir tablo değil, müsebbibi Erdoğan hiç değil.
ERDOĞAN’IN “DEVİR-TESLİM” SÖYLEMİ
Cumhurbaşkanı Erdoğan, konuşmasında tüm dünyada ve Türkiye’de kendisine yöneltilen “otoriterleşme” eleştirilerine karşı önemli bir çıkış yaptı. Konuşmasında, AK Parti’nin “demokrasi mücadelesi” vere vere bugünlere geldiğini anlattı ama bugüne kadar hiçbir konuşmasında duymadığımız bir cümleyi kendisinden duyduk. O cümle, kaybetmesi halinde kazanana koltuğunu “devir teslim” edeceğiydi. Rakiplerini, iktidarına karşı olanları “siyasi rekabete” davet etti. Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Varsa icraat konusunda, bu mücadeleyi yürütme konusunda bizimle rekabet edebilecek, yarışabilecek, aşık atabilecek birileri buyursun çıksın meydana. Siyaset meydanı er meydanıdır. Eğer başarı istiyorsanız, hele hele iktidar istiyorsanız çalışacaksınız, terleyeceksiniz, mücadele edeceksiniz… Projelerin var mı, planların var mı, hünerlerin var mı milletin önüne sereceksin. Şayet milletimizi ikna edebilir, desteğini alabilirsiniz iktidara gelmek bir devir-teslim törenine bakar. Unutmayınız, aynı durum bizim için de geçerlidir. Milletimize kendisi ve ülkemiz için en güzel geleceği AK Parti olarak bizim hazırlayacağımızın güvenini vermek, her seçimde de bunu tazelemek mecburiyetindeyiz… Hizmette olduğu gibi siyasette de her türlü rekabete açığız” dedi.
Erdoğan’a “diktatör” yakıştırması yapanlara karşı verilmiş en net cevap budur. Türkiye ne zaman bir kriz yaşasa millete giden ve milleti adres gösteren Erdoğan, kaybetmesi halinde koltuğunu kazanana devredeceğini söylüyor. Bir iktidarın 15 yıl hatta 50 yıl sürmesi tek başına bir ülkede demokrasi olmadığının kanıtı değildir. Samuel Huntington (1991), “bir demokrasinin güçlü ve istikrarlı hale gelmesi, demokrasiye geçiş sürecindeki ilk seçimlerde iktidara gelen parti ya da grubun sonraki seçimleri kaybetmesi ve iktidarı bu seçimleri kazanan parti ya da gruba devretmesi aynı şekilde bu seçimleri kazananların da iktidarı barışçı yollardan diğer seçimlerin galibine devretmesi halinde mümkün olur” görüşü siyaset bilimi literatüründe demokrasinin pekiştirilmesi teorilerinde önemli bir yere sahiptir. Türkiye’de demokrasinin pekişmesi, darbeler ve bu darbeleri destekleyen siyasi partiler eliyle kesintiye uğratılmıştır. Şimdi bu kadar güçlü bir lider çıkıp kaybetmesi halinde koltuğunu bırakabileceğini ifade ediyorsa bu Türkiye’nin demokrasi testinde bir çok ülkenin önüne geçmesi demektir. Arend Lijphart’a (Demokrasi Modelleri) göre, “istikrarlı ve güçlü demokratik sistemlere sahip yirmi uzun dönemli demokrasi arasında bile, Almanya, Lüksemburg, Hollanda ve İsviçre 1940’lardan 1996’ya kadar geçen yarım yüzyıllık sürede tek bir devretme testinden bile geçmemişlerdir. Yani, birçok hükümet değişikliği yaşamış olmalarına karşın tek bir eksiksiz devretme deneyimi bile yaşamamışlardır. Ve bu dört ülkenin yanı sıra, Belçika, Finlandiya, İsrail ve İtalya ikili devretme testinde başarısızdır.” Hal böyleyken, şu anda Türkiye’nin en güçlü siyasi liderinin karşısına çıkacak rakibinin kazanması halinde iktidarı devredebileceğinden bahsetmesi sadece Türkiye’de kendisine “diktatör” yakıştırmasında bulunanlara, ana muhalefet partisine ve diğer muhalefet partilerine değil, dünyada kendi ülkelerini “gelişmiş demokrasi” sayanlara da bir meydan okumadır. AK Parti ve Erdoğan’ın ortaya koyduğu bir büyük demokrasi iddiasıdır. Bazı AK Partililer iktidarı kaybetmekten korkuyor, kaygı duyuyor olabilir lâkin Erdoğan kaybetmekten korkmuyor!
Seda ŞİMŞEK 17 Ağu 2017
Bu köşe yazısı Türkiye’nin en genç gazetelerinden Yeni Birlik’te yazılmıştır. Eğer köşe yazarının yazısıyla ilgili düşüncelerinizi paylaşmak istiyorsanız aşağıdaki yorum kısmından yazabilirsiniz.