​EKONOMİNİN POLİTİKALARA ETKİSİ VE KUDÜS OLAYI

YIMG_A1FA31-6084D8-1F0391-6EDA7B-DA3727-5008E7-4

Arap devletlerinde otoriter yönetimlerin bulunmasını Ortadoğu uzmanları iki faktöre bağlıyorlar. Bu faktörler Arap devletlerinin kaynakları kendi denetiminde tutması ve Amerikan dış politikası.

Arap dünyasında devletler ‘rant’ denilen gelir kaynağına sıkı sıkıya bağlılar. ‘Rant’ vergi dışındaki kaynaklardan elde edilen gelirler olarak tanımlanıyor. Bu tür devletlere ‘rantiye devlet’ adı veriliyor. Bazı siyaset bilimcileri ise ‘dağıtımcı devlet’ adını veriyorlar. Dağıtımcı devletler aldıkları rantı kendi taraftarlarına ve taraftarlarının projelerine dağıtarak ayakta kalıyorlar. Arap dünyasında en önemli rant, gelirlerinin yüzde 90’ı karşıladıkları petrolden geliyor. Örneğin en gelişmişlerden saydığımız Mısır’ın  gelirinin yüzde 40 petrolden,1.6 milyar doları Amerikan yardımı ve 5 milyar dolarda Süveyş kanalı geliri. Devlet ekonomide başat aktör olarak varlığını sürdürüyor. Bu devletlerle vatandaşlar arasındaki bağ para ve gıda desteğiyle geniş fakir ve orta gelirli ailelerin desteğini almak şeklinde.

Arap devletlerinin halklarının ızdırabındaki ikinci önemli husus Amerika’nın  II. Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde başlayan Ortadoğu politikası. Amerika’nın bu bölgedeki dış politikası şöyle özetlenebilir: Rusya’nın etkisinin yayılmasını önlemek; Batının petrole rahat erişimini sağlamak; bölgesel güç dengesinin bozulmasını önlemek ve bölgede Batıyı destekleyen rejimlerin varlığını sağlamak; İsrail’in toprak bütünlüğünü ve bağımsızlığını korumak; Asya ve Avrupa’ya giden deniz yollarını denetimi altında tutmak.

Otoriter rejimler şimdiye kadar Amerika’nın bu politika amaçlarının sağlanması için gerekli görülmüşlerdi. Güçlü otoriter rejimler çabuk ekonomik kalkınma sağlayabilecekleri için Arap devletleri, komünist olmayacaklardı. Bunun yanında ancak güçlü ve otoriter rejimler, Mısır gibi İsrail’le barış anlaşması imzalayabilirdi. Suudi Arabistan gibi otoriter rejimler gerektiğinde İsrail’i destekleyebilirdi. Biraz demokratikleşme hareketlerine girişmeleri kendi halklarını iknaya yeterli olacaktı. Ürdün ise, Filistin halkının yüzde 60’nı oluşturduğu nüfusuyla İsrail’e 1994’de barış anlaşması imzalayan  pro-Anglo-sakson bir Arap ülkesi olarak tarihte yerini almıştı.

Yukarıda anlatılanlar gelişmekte olan Arap devletlerinin kısa bir yaşam hikayesi. Ranta bağlılık, patronaj, adam kayırmacılık taraftarlık. Bir de Amerikan tarafına bakalım. 1950 yılında Amerikan başkanı olan Harry Truman, kendi dış işleri bakanlığının İsrail’in Filistin denen bölgede silahlı saldırıda bulunabileceği ve Filistin’de bu nedenle herhangi bir Arap devleti kurulamayacağı ile ilgili gizli bildirisine rağmen, Musevi oylarının ve seçime yapacakları para yardımının önemi üzerinde durarak Filistin bölünmesi planını desteklemiştir. Rakibi Dewey de aynı nedenlerle Musevi lobisinin planlarını desteklemiştir. Marshall planını ortaya atan General George Marshall bu durumu, ‘kişisel çıkarların ulusal çıkarların önüne çıktığ’ bir rezalet olarak gördüğünü söylemiştir. Truman’ın seçim kampanyasını parasal katkılarıyla destekleyen grubun başında Abraham Feinberg ve arkasındaki Zionist lobby olmuştur. O dönemin dış işleri bakanı yardımcısı James E.Webb, dışişleri bakanı Dean Acheson’a gönderdiği gizili yazıda: ‘elimizdeki kayıtlar İsrail’in Amerika üstünde, Amerika’nın İsrail’in üstünde olduğundan fazla etkisi olduğunu gösteriyor’ demiştir. Yıllar içinde gittikçe gelişen lobi örgütlenmeleri, Amerikan mali ve hukuk sisteminin lobinin eline geçmesi sonucu Ortadoğu doğu değişik stratejiler içinde çırpınıp durmuştur. Bütün senaryolarda dövülen ve ezilenler Araplar olmuştur. Para, mali güç, Amerikan seçimlerinde dağıtılan rantlar, Amerikan insan hakları kuruluşlarının iki yüzlü tutumu bu devletin de Arap devletlerinden siyaset sosyolojisi açısından bir farkı olmadığını ortaya koymaktadır. Burada fark paranın bilime ve teknolojiye yatırılmasıyla Amerika’nın güçlü bir askeri yapıya sahip olmasıdır.

Son günlerde ortaya konan Kudüs’e Amerikan elçiliğinin taşınması ve Kudüs’ün Amerika tarafından İsrail’in başkenti olarak tanınmasında, Arap ülkelerinin bölünmüşlüğü ve Amerika’nın lobilerin baskısına dayanan klasikleşmiş dış politikası önemli bir rol oynamıştır.

Trump’ın damadı Jared Kushner’in bölgeye barış getirme çabaları ile Kudüs işinin içinde olduğu anlaşılmaktadır. Kushner, Kudüs’ün doğusundaki topraklardaki yapılanmalara para yatıran lobinin bir mensubudur. Batı ülkelerinde herkes Doğu Kudüs’ün 1967 savaşından sonra işgal edilmesiyle birlikte, Filistinlilerin ‘istenmeyen göçmenler’ gibi görülerek bu topraklarından sürüldüğünü bilmektedirler. Trump, yarın Kudüs konusunda  başka şeyler de söylese durum değişmeyecektir. Kushner’in aile vakfı Batı yakasında girişilen yapılaşmaya önemli yatırımlarda bulunmuştur. Öte yandan yardımseverlik adı altında Kudüs’te yaşayan Musevilere yapılan milyar dolarlık yardımlar vergiden düşürülmektedir. Hatta İsrail ordusuna da insancıl yardımlar altında mali destek sağlanmaktadır.

Basınımızda yazılan yazılarda, Rusya’dan Başkanlık seçimlerinde yardım aldığı için  yargılanma  durumunda olan Trump’ın yirmi senedir bekleyen Amerikan Kongresi’nin Kudüs kararını imzalamasının ardında lobinin desteğini almak olduğu belirtilmektedir. Rusya ile bir takım görüşmeler yürüten General Michael Flynn’in yaptığı itiraflarında Jared Kushner’in, Güvenlik Konseyinde İsrail’i kınayan kararın önlenmesi için, Güvenlik Konseyi üyeleri ile tek tek görüşme yapma emrini verdiği, açıklanmıştır. Bu durum, bazı yazarlara göre, Rusya’nın seçimlere karıştığını göstermemektedir. İşin ilginç tarafı seçimlere İsrail yoğun bir biçimde lobileri, mali yardımları ile karıştığı halde Demokrat Partinin bu karışmayı normal görmesidir. Hatırlanacağı gibi Başkan Obama’nın İsrail-Filistin barış görüşmeleri için çaba göstermesi, İran’la nükleer antlaşma yapması üzerine, Amerikan Kongresi’ne, Obama’nın izni olmadan çağrılan İsrail Başbakanı Netanyahu, Başkan Obama’yı eleştirmiş ve Amerikan Kongresi üyeleri 28 defa ayağa kalkarak  Başkan Netanyahu’yu alkışlamıştır. Bu durum Amerikan içişlerine karışmak sayılmamaktadır.

Arapların bölünmüşlüğüne gelince, darbeden sonra Amerika’nın ekonomik desteğine gereksinme duyan Mısır’ı bir kenara koyarsak; Filistin Otoritesi Başkanı Mahmut Abbas, geçen ay kendisini Suudi Arabistan’a çağıran yeni Suudi lideri Bin Salman tarafından yapılacakları kabul etmesi  yoksa başka durumlarla karşılaşacağı, uyarısıyla karşılaşmıştır. Suudi Arabistan’ın Lübnan Başbakanı Harri’yi istifa ettirerek Lübnan’ı kaosa sürükleme çabası, Hariri’nin, Fransa’nın yardımıyla, istifasını geri almasıyla suya düşmüştür.

Türkiye’de toplanan İslam Konseyi’nin, Arap dünyasının bölünmüşlüğü, İran düşmanlığının önde gelmesi ve zayıf eylemsel güçleriyle ne yapabileceği merakla beklenmektedir.

Hasan KÖNİ 14 Ara 2017

Bu köşe yazısı Türkiye’nin en genç gazetelerinden Yeni Birlik‘te yazılmıştır. Eğer köşe yazarının yazısıyla ilgili düşüncelerinizi paylaşmak istiyorsanız aşağıdaki yorum kısmından yazabilirsiniz.

Yeni Birlik Gazetesi’ni Gazete Bayilerinden Temin Edebilirsiniz.

Exit mobile version