Felsefenin en ciddi sorunlarından biri olan intiharı, bunu başaran usta yazarların bile tam olarak tarif edebildiği görülmemiştir. Çünkü intihar; gerçekleştirenin bile sonunu bilmediğinden, bildiği zaman ise artık süslü kelimelerle yazıya aktaramadığından, en bilinmez kavramdır ve intihardan dönen birinin sözleri de bir sonuç barındırmadığından oldukça önemsizdir. Hayatı boyunca intiharı bir kez olsun aklından geçirmemiş olanlar yalnızca hayalperestlerdir çünkü hayatın, gerçekten yaşadığının farkına vardığın an kabusa dönüştüğünü en iyi onlar bilirler. Diğerleri içinse zaman zaman güzel bir olayla bölünüp bir süreliğine rafa kaldırılan bir düşüncedir. Pavese, intihar edenlere ‘sıkılgan katiller’ demişti ve tüm yetersiz tanımların arasında en çok yakışan tanım da buydu.
Peki neden intiharı düşleriz? Tüm huzursuz yazarların kendince sebepleri vardı. Artaud kendini yeniden kurmak için intihara başvurmuştu, Woolf ise kendinden kurtulmak için. Hangisinin arzusu gerçekleşmişti peki? Zweig ‘sabırsızlık’ demişti intiharına. Lindsay kaderden önce davrandığını sanmıştı. Gilman ise daha basit ve acısız bir ölüm arzusuyla kloroformu kansere tercih etmişti. Kleist kimsenin onu kurtarmaya çalışmadığını söylemişti. Plath ve Pavese huzursuzluğun pençesine takılmışlardı. Aslında hepsinin ortak noktası, hayatları boyunca iç sıkıntısının kurbanı olmalarıydı; peki iç sıkıntısı intihara sebep olan en gerçek şey miydi? Hayır, dinle. Sanat; ilhamını iç sıkıntısından, huzursuz bir ruhtan alır. Bunun farkında olan bir sanatçınınsa iç sıkıntısını büyüleyici bir sevgiliymişçesine ilham perisi olarak sahiplenmesi şaşılacak bir şey değildir. Oysaki onlar da kendinden kurtulma cesareti getiren iç sıkıntısının bir süre sonra pekâlâ kendinin dışına çıkma cesareti vereceğini de bilirler. Ancak kendinin dışına çıkan bir sanatçının, sanatı tükenmiş demektir ve sanatı tükenen bir sanatçı, oldukça ironiktir. Bu yüzden buna aldırmayanlar ilham perilerini öldürmeyi seçerler, diğerleri ise kendilerini. İlki sadizm örneğidir, ikincisi ise mazoşizm.