Bir toplumun geleceğini belirleyen en önemli dinamiklerden biri, kriz anlarında nasıl tepki verdiğidir. Tarih boyunca ekonomik darboğazlar, kimi zaman büyük toplumsal hareketleri tetiklemiş, kimi zamansa kitleleri sessiz bir kabullenişe sürüklemiştir. Bugün Türkiye’de yaşanan ekonomik sıkıntılar karşısında ortaya çıkan toplumsal refleks, tam da bu ikilemin ortasında duruyor. Yüksek enflasyon, hayat pahalılığı ve derinleşen gelir adaletsizliği her haneyi sararken, toplumun büyük bir kesimi ses çıkarmak yerine içe kapanmayı, bireysel çözümler üretmeyi tercih ediyor.
Peki, bu sessizliğin ardında ne var?
Bireyselleşme ve Yalnızlaşan Tepki
Geleneksel olarak kriz anlarında toplumlar, ortak hareket etme eğilimi gösterir. Ancak günümüzde bireyselleşme, toplumsal refleksleri zayıflatıyor. Artık insanlar, ortak sorunları birlikte çözmek yerine, kendi başlarının çaresine bakmaya yöneliyor. Ekonomik kriz derinleştikçe, dayanışma ağları zayıflıyor, güvensizlik artıyor. Komşuluk ilişkilerinin zayıfladığı, sendikaların güç kaybettiği, toplumsal örgütlenmenin sekteye uğradığı bir ortamda, tepkiler bireysel hayatta kalma stratejilerine dönüşüyor.
Kimse işini kaybetmek istemiyor. Kimse, ses çıkardığında başına ne geleceğini kestiremiyor. Hal böyle olunca, “önce ben” refleksi devreye giriyor. Birileri ikinci bir iş arıyor, birileri tasarruf yollarına başvuruyor, birileri göç etmeyi düşünüyor. Ancak bütün bu bireysel kaçış yolları, toplumsal çöküşü durdurmaya yetmiyor.
Korku Kültürü: Sessizliğin Bir Diğer Sebebi
Ekonomik krizlerin sadece maddi bir boyutu yoktur; aynı zamanda psikolojik bir etkisi de vardır. İnsanlar, belirsizlik dönemlerinde daha az risk alır, daha az ses çıkarır. Hele ki baskının, kolluk güçlerinin sert müdahalelerinin ve geçmişte yaşanan olayların oluşturduğu bir korku atmosferi varsa, bu sessizlik daha da derinleşir.
Yakın geçmişte toplumun örgütlü hareket etmesini engelleyen çeşitli olaylar yaşandı. İnsanlar meydanlara çıkmanın, topluca hak talep etmenin bedelini gördü. İşte tam da bu yüzden, bireylerin çoğu, içgüdüsel bir şekilde kendini koruma moduna almış durumda. Korkunun sindiği bir atmosferde, ses çıkarmak cesaret değil, çılgınlık olarak görülüyor.
Sabır, Şükür ve Kabullenme: Kültürel Bir Direnç Mekanizması mı?
Toplumların krizlere verdiği tepki sadece ekonomik ve siyasi dinamiklerle değil, kültürel ve inanç temelli değerlerle de şekillenir. Sabır, tevekkül ve şükür gibi kavramlar, bireylere psikolojik bir dayanıklılık sağlar. Ancak bu tür değerler, aynı zamanda toplumsal tepkileri yumuşatabilir ve değişim taleplerini geciktirebilir.
Elbette bu, dinin veya inancın toplum üzerindeki etkisini olumsuz bir çerçevede ele almak anlamına gelmez. Ancak ekonomik çöküş gibi yapısal sorunların çözümünü ilahi bir sınav veya kaderin değişmez bir parçası olarak görmek, sorunları derinleştirir. Çünkü bu bakış açısı, çözüme yönelik çabayı da törpüler.
Bundan Sonrası Ne Olacak?
Bir toplum, uzun süre kriz içinde yaşarsa, ya bu durumu kabullenerek bir alışkanlığa dönüştürür ya da bir noktada kırılma yaşar. Türkiye’nin hangi yöne evrileceği, mevcut sessizliğin ne kadar sürdürülebileceğine bağlı. Eğer ekonomik sıkıntılar giderek ağırlaşır ve bireyler için artık kaybedecek bir şey kalmazsa, sessizlik bir anda büyük bir dalgaya dönüşebilir. Ancak toplumsal örgütlenmenin zayıfladığı, güven duygusunun yok olduğu ve korku kültürünün kökleştiği bir ortamda, bu dönüşüm kolay olmayacaktır.
Bugün sokaklarda büyük protestolar görmüyor olmamız, her şeyin yolunda olduğu anlamına gelmez. Bazen en derin sessizlik, en büyük çığlığın habercisidir. O yüzden esas soru şu: Bu sessizlik, gerçekten bir kabullenme mi, yoksa fırtına öncesi bir durgunluk mu?