İnsanların futbola duyduğu tutkuya bakınca en popüler ve de aynı zamanda en tartışmalı takım sporu tarafından oluşturulan muazzam hayranlık hakkında kendimizi sorgularsak faydalı bir iş yapmış oluruz. Çünkü bu spor dalı geniş biçimde yaygın, uygulanan, izlenen ve üzerine yorumlar yapılan bir spor dalıdır. Futbol insanlarda tutku uyandırır. Onları baştan çıkarır veya en azından onunla ilgilenmeyen ve hatta ondan hiç hoşlanmayanlar da bile merak uyandırır. Böylelikle kitlelerin duyduğu delicesine tutku ile basının ve kamuoyunun büyük bir kısmının konuya dair kritik mesafeyi koruyamaması göz önüne alındığında, çoğunlukla saldırıya uğramış bilhassa Marksist gelenek tarafından toplumların yeni afyonu olarak görülmüştür. Bu denli radikal olmasına rağmen böylesi bir bakış açısı yine de oldukça kısmi ve en nihayetinde ön yargılı kalır.
Bu yazıda şiddet, zenginlik, güç ve kutsallıkla arasındaki istikrarsız ilişkiler dikkate alınarak modern sporun genel etiğine yönelik olası bir kurtarma çalışmasının sınırlarını belirlemeye, elverişli bazı temel unsurları ele almakla yetineceğiz.
Oyunlar ve spor dalları için küresel bir sınıflandırmanın ana hatlarını belirlemek ilginç bir çalışmadır. Futbolun hangi manada modernitenin birçok bakımdan hiç kuşkusuz en semptomatik ve en başarılı sporu olarak algılanmaya elverişli olduğunu göstermek için sonrasında bu sınıflandırma temel alınabilir. Felsefeci Heinz Wiesmann’a göre üç tür spor vardır;
Antik çağın, orta çağın ve Rönesans döneminin karakteristik bir türü olarak mücadele ve güç sporları;
Örneğin; Güreş…
Endüstriyel dönemin tipik oyunlarından kolektif karşılaşmalar veya takım sporları ya da top sporları;
Futbol, hentbol, basketbol…
Son olarak da postmodernitenin gelişiyle bağlantılı kaymalı sporlar;
Kayak, sörf…
Bu sınıflandırma bütün ideal türlerde görüldüğü üzere yapay veya zorlama bir tarafa sahip olabilir. Ancak ortaya koyduğu ilginç savın çok kışkırtıcı bir dinamik sunduğunu da hemen fark ederiz. Bu sporlardan bazılarının yukarıda bahsedilen ayrımların dışında veya en kenarında kalmak istemesi yalnızca ve yalnızca bu ayrımların ne kadar yerinde ayrımlar olduğunu göstermeye yarar. Böylelikle voleybol gibi bir spor dalı ikinci ve üçüncü kategori arasında bir geçiş biçimi işaret eden yeni bir unsuru yani fileyi devreye sokar. Aslında file iki taraf arasında sabit bir kopukluk kurar. Ve böylelikle bedenler arasındaki karşılaşma ile şiddet yalnızca sembolik düzeyde kalır. Bazen topun fileye çarptığı olabilir ama bu tıpkı sörfçünün dalgalara ve kayakçının da kar tabakasına temas etmesine benzer.
Kurallar Tüzüğü
Spor dallarına dair yapılan bu genel sınıflandırmanın karmaşıklığı göz önüne alındığında modern futbola has özelliklere yoğunlaşmamız faydalı olabilir. Bu spor tarafından gündeme getirilen sosyolojik ve tarihsel karmaşık sorunların çözümünde hiçbir sorun yok, sorun daha basit bir noktada yani tartışılmakta olan etik sorunlardan bazılarını ayırt etmekte yatıyor. Oyun ve sporun felsefesi, teorileri bizlere sporun kurucu kuralları ile düzenleyici kurallarını ayırt etmeyi öğretir. Kurucu kurallar dediğimizde her bir spor dalı için ona özel kurallar anlaşılır. Örneğin; Uluslararası Futbol Federasyonu’nun Uluslararası Kurulu tarafından yayınlanan “17 Oyun Kanunu”. Düzenleyici kurallar dediğimizde tüm sporlar için geçerli olması beklenen ve geçerliliğinin evrensel olduğu varsayılan etik bir teoriden alan kurallar anlaşılır. Futbolun veya kurallar bütününe sahip başka herhangi bir sporun oyun kanunları içeriğine yönelik yapılan bir analiz, bu kuralların çoğunlukla kurucu kurallardan düzenleyici kurallara geçtiğini göstermekte elbette hiç zorlanmaz. Örneğin; Sportmenlik ruhu, sportmence davranış gibi. O halde özel kurucu kurallardan evrensel düzenleyici kurallara geçişin teorik ve pratik haldeki büyüleyici sorunu kaçınılmaz biçimde kendini gösterir. Böylesi bir geçişin tatmin edici bir biçimde gerçekleşebilmesi için ana hatlarını çizmiş olduğumuz kurucu ve düzenleyici kuralların son derece basit bir karşılaştırmasını derece derece açan ikinci bir ayrımın devreye sokulması gerekli gibi görünüyor. Kurucu kurallar içerisinde örtülü bir etik değer bulunduranlar ile hiçbir etik boyutu bulunmayan kuralları karıştırmamak gerekiyor. Bazı kuralların tek amacı spor oyununu işler kılmaktır. Örneğin; İster futbolda ister hentbolda ister voleybolda olsun topa bedenin şu veya bu kısmıyla dokunmamak. Öte yandan diğer kurucu kurallar belirli bir formda rakibin varlığından kaynaklanan saygıyı, oyunun hakkaniyetli biçimde gelişmesi kaygısı veya oyunun bedensel bütünlüğüne zarar vermeme kaygısını ortaya koyar. Örneğin; Boks veya eskrimde rakibin bedeninin bazı kısımlarına vurmak veya dokunmak, futbolda topu arkadan almak yasaktır. Bu nedenle üç tip kural olacaktır;
1 – Etik açıdan nötr kurucu kurallar,
2 – Etik önemi bulunan kurucu kurallar,
3 – Tam manasıyla düzenleyici kurallar.
Bu düzenleyici kurallar her zaman bütünüyle etik bir amaca sahiptir. Fakat evrensellik meselesi tamda bu seviyede kendini gösterir. Yani etik önemi bulunan kurucu kurallar ile düzenleyici kurallar arasındaki geçişte. Birinci tipteki kurallar prensipte belirli özellikte bir etiğe bağlıyken, ikinci tiptekiler temelde evrensel bir bakışa sahiptir. Bir örnek verelim; Bütün durumlarda düzenleyici kurallar rakibin fiziksel bütünlüğüne saygıyı gerektirir. Fakat etik öneme sahip kurucu kurallarda, futbol veya boksta şiddete getirilen sınırlandırılmalara uyulup uyulmadığına bağlı olarak durumun böyle olmadığı görülür.
Hakemin Temel Rolü
Spor hakkındaki etik düşüncelerde yargı teması her daim mevcuttur. Burada yalnızca hakim veya sivil toplum tarafından icra edilen yargıdan değil, hakem tarafından uygulanan o benzersiz yargı biçiminden de bahsediyoruz. Hakim ile hakemin yargısı arasında mantıklı görünen güçlü bir benzerlik vardır. Fakat bunlardan her birinin özerkliğini de kabul etmek önemlidir. Ben burada kurallara tabi kılınmış, sportif faaliyetin tam anlamıyla etik risklerini bize en net biçimde belirtiğini düşündüğüm ölçüde, hakem tarafından icra edilen yargıya odaklanacağım. Bu noktada oyunun kurucu kurallarının tarihine kısaca bir göz atmanın gerekli olduğunu düşünüyorum. FIFA’nın oyun kanunlarındaki klasik paradigmayı düşünüyorum. Futbol kuralları esnek biçimde gelişim gösterdi. Fakat özünde esas niyetine sadık kaldı. Oyun şiddet içerirken dahi oyunun sürmesine olanak vermek, rekabet oluşturmak… Tenisin aksine futbol hakeme yorumda bulunmada geniş bir serbestlik sunar. Hakem de kendi sanatından sorumludur. Ne basın ne kamuoyu hatta günün birinde hakemliğe yardımda bulunmak için gerekli hale gelecek fakat asla hakemin yargısının yerini tutmayacak olan videolar bile hakemin elinden bunu alabilecek. Tamamıyla yalnız olan hakem bir tür modern zamanlar sanatçısıdır. Ama onu eleştiriye, hoşgörüsüzlüğe ve hatta bazen kamu adına kovuşturmaya maruz bırakan şeyde tam olarak budur. Yarışmanın zorlukları oyunun ruhuyla karşılaştırıldığında bazen öylesine orantısız olabilir ki hakem yenilgi anlamına gelebilecek hakiki veya söz de dramlardan sorumlu hale gelebilir. Demek ki nasıl hukuk anlamında bir yorum bilimi varsa hakemlikte de aynısı vardır. Hakim rolündeki hakem yalnızca kuralların kaçınılmaz bir yorumcusu değil, her kural onu sadece tek anlamda değil aynı zamanda ahlaki açıdan da mecbur bırakıyorsa, bazı zamanlarda kuralın veya yasanın ruhunu, sistemin, hukukun veya kuralların katı anlamının üstüne çıkma cesaretine sahip olması iyi bir şeydir. Hakim rolündeki hakem yanılabilir. Tıpkı hakim gibi özlemini duyduğumuz demokratik toplumun simgesi olan hakeme güvenmek gerekir. Ama bu güven kör, eleştiri içermeyen ve koşulsuz olamaz. Bu güven özellikle hakemlerin eğitimi, denetimi ve gözetiminin en yüksek kalitede olmasını sağlayarak her zaman tetikte olmayı gerektirir. Sporda tıpkı siyasette olduğu gibi siyasi adaletin bir bedeli vardır. Ve bu beden orta ve uzun vadede eğitim ve öğretim masraflarını da içerir.
Ekonomik Baskılar
Modern futbol kendi gelişimi esnasında yaşanan gelgitlerle beraber parlak bir endüstri haline gelmiştir. Profesyonel futbol oyuncuları başlarına buyruk hareket edemezler. Lionel Messi veya Cristiano Ronaldo gibi en ünlüleri müthiş derecede zengindir. Gerçi bu çok kısa sürer. Fakat sonradan ne yapacaklarını düşünüp, anlayacak zamanları yokmuş gibi görünüyor. Aynı zamanda onların her gün ne kadar narin, geçici bir konumda olduklarını da görüyoruz. Oyunculuk kariyerinden sonra; Antrenör, gazeteci veya oyuncuların menajerliği gibi. O da belki… Para yolları açan birkaç görkemli şampiyonluk için kalabalıkların uğultusu sustuktan sonra kaç tane yaşam paramparça olmuş veya unutulmuşluğa mahkum olmuştur.
Yeni bir endüstri olan oyuncu menajerliği…
Oyuncuların oradan oraya geçişi serbest bırakıldı. Ve bunun sonucunda da güya onları önceden hayvan alışverişi yapar gibi değiş tokuş eden kulüplerin etkisinden kurtuldular. Gerçekte ise neoliberal piyasanın girdabına girdiler. Piyasa değerleri ve gelecekleri, seneler içerisinde oyuncu ekürileri kuran aracılar, menajerler tarafından sabitlenmiştir. Bu yeni gelişme toplumun evrimini yansıtır ve şiddetlendirir. Bireyselleşme piyasası, takım kültürünü, topluluk yaşamının anlamını ve yaratıcı ruhu öldürmektedir. Bir kulüp başkanın çekici ve rekabetçi bir takım oluşturduğu kabul edilen bir oyuncu grubunu satın aldığını sıkça görürüz. Aynı başkan yine sık sık antrenör şu oyuncu yerine ötekini koysun diye ona baskı yapar. Antrenör böyle durumlarda her zaman olduğu gibi kolayca fırlatıp atılabilecek bir çöp torbasından başka bir şey değildir. Büyük kulüp başkanları büyük antrenörleri korumayı bilir. Fırlatıp atılanlar nadirdir. Büyük olanlarsa sürüye katılıp lüks yaşam kölesine dönüşmüştür. Dünya Şampiyonası adeta paryalara, unutulmuşlara, sürülmüşlere bir şans daha vermek istercesine iş sırası bekleyen bu antrenörleri durmadan oradan oraya değiştirir.
Futbol neredeyse bir dindir. Herkes ufak veya hiçbir zaman manşetlerde yer almamış bir takımın bir gün kazanmasını ümit eder. Sonuçta muhtemelen bir önceki Dünya Kupasının en beğenilen takımlarından biri onu mağlup edecek ama neticede televizyon izleyicilerinin büyük bir kısmı, Türkiye, Fildişi Sahilleri, Japonya veya Avustralya maçlarında daha eğlenceli vakit geçirecektir. Bu büyük medya spor ve finans çılgınlığında piyangoya, şansa, kör bir acımasızlığa benzer. Edepsiz bir taraf vardır. Şovenizm, milliyetçilik ve diğer potansiyel risklerde polis güvenlik bütçeleri patlama gösterir, zaten bunları içerir. Fakat bunun yanı sıra burada görünen piyangonun bireysel bir tarafı da vardır. Çoğunlukla çok yoksul ve kesinlikle adı sanı bilinmeyen milyonlarca kişi en sevdikleri oyuncunun kaderi için tutkulu bir heyecan duyar. Ve kendi idolleri aracılığıyla büyülü, tanrısal veya en azından eşsiz bir kadar akışına kendilerini de dahil eder. Gönülleri yükseklere uçurabilen ve aynı zamanda onları insanlık dışı kötülüklere daldırabilen futbol, neredeyse bir din gibi işlev görebilir. Halk toplulukları veya etnik sürgünler, neşeli veya aptalca tutkular, harika kutlamalar veya savaş alanları, savaş veya barış…
Futbol bizim yaşamlarımız gibi minik ve heyecan verici gibi belirsiz, narin ve geçici olan tüm bu vaatleri asla tam biçimde yerine getirmese de oluşturur. Hiç şüphe yok ki futbolun hayatta kalmak daha iyi yaşamak için adalet, sevgi ve güzellik, günümüz dünyasının şiddetinin ayrılmaz parçası halindeki, acımasız rekabetin altında ezilip gitmesin diye ihtiyaç duyduğumuz kurallara saygı göstermekte çektiğimiz zorluğu yansıtmaktadır. Futbol aynı zamanda belirli bir anlamda mutlak bir koşuşturmaca peşinde zafer ve esenlik arayışındaki bir insanlığın fantastik bir Odysseia Destanı’dır. Oyun sahası ve duman perdesi arkasında bir Dünya Kupası veya Avrupa Kupasının geçici gürültü ve kudurganlığının ötesinde bilinçaltı bir mesaj akıp durur. Ya bizim esenliğimiz gereksiz zaferleri değil de dostluk maçlarının sonsuz bedelsizliği içerisinde öldürmek yerine, oyun oynamanın neşesi içerisinde, rakibe karşı koşulsuz bir saygıyla temsil edilseydi.