Küçücük bedenlere uzanan o kirli eller, masumiyetin üzerine kara bir leke gibi çöküyor. Nasıl kıyabiliyorlar o melek kanatlarına? Nasıl zehirleyebiliyorlar o tertemiz ruhları? Bir insan, bir can nasıl kıyar bir yavruya? Nasıl ezer, nasıl yok eder? Cehennem bile bu vahşetin yanında bir sığınak gibi kalır.
Vicdanlarımız kurumuş, merhametimiz tükenmiş miydi? Yaşamak, her çocuğun en kutsal hakkı değil miydi? Onları korumak, kollamak, kanatlarımızın altına almak bizim en büyük sorumluluğumuz değil miydi? Ama biz, kendimizi bile koruyamaz hale geldik.
Aile baskısı, korku, güvenlik kaygısı… Erkek egemen toplumların karanlık dehlizlerinde, cinsel istismar çığlıkları yankılanıyor. “Kol kırılır, yen içinde kalır” zihniyetiyle susturulan masumiyetler, “Yok canım, o öyle değildir” yalanlarıyla örtbas edilen gerçekler… Çocuklarımızı bu kirli dünyanın içinde yalnız bırakıyoruz, çaresizce seyrediyoruz.
Toplum olarak birbirimize bakmaya yüzümüz kalmadı. Çocuklar, kadınlar, hayvanlar katledilirken, sorumluluktan kaçan bir kalabalığa dönüştük. Vicdanımız prangalandı, insanlığımız susturuldu. Ve masumların canı, bu suskunluğun bedeli oldu.
Irmak, Ecrin, Eylül, Mert, Leyla, Narin, Sıla, Nazlı… Bu isimler, sadece birer isim değil, koparılan çiçeklerin, sönen umutların, dinmeyen acıların sembolü. Onların hikâyeleri, yüreklerimizi dağlayan birer çığlık.
* Irmak Kupal: 4 yaşında, Manisa’nın Alaşehir ilçesinde, evinin önünde oynarken kayboldu. Bir üzüm bağında, hayattan koparılmış bir şekilde bulundu. O minicik bedeniyle, koskoca bir vicdan yarası bıraktı geride.
* Ecrin Kurnaz: 1,5 yaşında, Samsun’un Vezirköprü ilçesinde, kaybolduktan 20 gün sonra, katledilmiş halde bulundu. Daha konuşmayı bile öğrenemeden, hayattan koparıldı.
* Eylül Umutlu: 6 yaşında, Yalova’nın Çınarcık ilçesinde, kaybolduktan bir gün sonra, hayattan koparılmış halde bulundu. Arkasında, tarifsiz bir acı ve öfke bıraktı.
* Eylül Yağlıkara: 8 yaşında, Ankara’nın Polatlı ilçesinde, kaybolduktan 7 gün sonra, bir elektrik direğinin dibinde gömülü halde bulundu. Toprağın altında, bir melek yatıyor şimdi.
* Mert Aydın: 9 yaşında, Kars’ta, kaybolduktan bir gün sonra, katledilmiş halde bulundu. Onun hayalleri, umutları, her şeyi çalındı.
* Leyla: 4 yaşında Ağrı’da,
* Eylül: 8 Yaşında Ankara’da,
* Narin Güran: Diyarbakır’da kaybolduktan 19 gün sonra bir torbada cansız bedeni bulundu.
* Sıla bebek: 2 yaşında istismara uğrayıp iç kanama geçirdi.
* Ve şimdi de Nazlı bebek, o minicik bedeniyle bu vahşetin son kurbanı.
Ve daha niceleri… Bu liste, masumiyetin katledildiği, umutların söndüğü, yüreklerin kanadığı bir kara liste. Sözün bittiği, kelimelerin kifayetsiz kaldığı bir nokta. Bu olaylar, sadece birer haber olmamalı. Bu olaylar, toplum olarak yüzleşmemiz gereken, acı gerçekler ve belki de en büyük sınavı. Peki, bu sınavda ne kadar başarılıyız? Vicdanlarımızı susturarak, sorumluluktan kaçarak, “bana dokunmayan yılan bin yaşasın” diyerek mi geçeceğiz bu sınavı? Yoksa artık uyanıp, bu karanlık gidişata dur diyecek miyiz? Çocuklarımızın, kadınlarımızın, tüm masumların çığlıklarına kulak verecek miyiz? Onları korumak, kollamak, güvenli bir gelecek sunmak için ne zaman harekete geçeceğiz? Bu soruların cevabı, sadece devletin ya da yetkililerin değil, hepimizin omuzlarında. Her birimiz, kendi çevremizde, kendi imkanlarımızla bir şeyler yapabiliriz. Sessiz kalmayarak, farkındalık yaratarak, bilinçlenerek ve bilinçlendirerek, bu vahşete karşı bir duvar örebiliriz. Unutmayalım ki, bir çocuğun gülüşü, bir toplumun geleceğidir. Ve biz, o gülüşleri korumakla yükümlüyüz. Artık yeter! Artık bu acılara son verme vakti geldi. Artık masumiyetin katline dur deme vakti geldi. Şimdi, hep birlikte, insanlığımızı yeniden hatırlama vakti.Bir sonraki yazımda buluşmak ümidiyle hoşca ve mutlu kalın.