Fırat ve Dicle Türk Milletinin Can Damarı
Fırat ve Dicle yalnızca nehir değildir. Bu iki nehir, Türk Milletinin bağımsızlık tapusu, stratejik güvencesi ve gelecek nesillere bırakılmış bir emanettir.
Bu nehirler, bin yıllardır bu topraklarda Türk’ün alın teriyle akmış, şehit kanlarıyla sulanmış kutsal damarlardır ve bugün bu sulara göz dikenler, sadece bir doğal kaynağı değil, Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığını hedef almaktadır.
Türkiye İçin Neden Hayati
Fırat ve Dicle, Türkiye’nin güneydoğusunu sulayan, milyonlarca dönüm araziyi canlandıran damarlarıdır.
Bu sular sayesinde Türkiye, kendi kendine yetebilen bir tarım ülkesi olma iddiasını sürdürmektedir.
Enerji Üretiminde Kritik Kaynak
Keban, Atatürk, Karakaya gibi barajlar Fırat ve Dicle üzerine kurulmuştur.
Türkiye’nin hidroelektrik üretiminin büyük kısmı bu nehirlerden elde edilir.
Yani bu suların denetimi, enerji bağımsızlığı demektir.
Stratejik Güvenlik Unsuru
Fırat ve Dicle üzerindeki egemenlik, Türkiye’nin güney sınırlarının kontrolü ve güvenliği açısından vazgeçilmezdir.
Bu nehirlerin aşağısında, terör örgütlerinin faaliyet gösterdiği bölgeler vardır. Bu da gösterir ki: Bu suların kontrolünü kaybetmek, güvenliğimizi kaybetmek demektir.
Türkiye’nin Hukuki Egemenliği
Egemenlik İlkesi:
Uluslararası hukuka göre, bir su kaynağının geçtiği ülke, o suyun kendi topraklarındaki bölümünde tam egemendir.
Fırat ve Dicle, Türkiye’de doğar.
Türkiye, bu su kaynakları üzerinde “kaynaktan doğan üstün egemenlik hakkına” sahiptir.
Uluslararası Su Sayılmaz!
BM’nin 1997 tarihli “Uluslararası Sular Sözleşmesi” Madde 2’ye göre:
“Bir su yolu ancak deniz taşımacılığına elverişli ise uluslararası kabul edilir.” Fırat ve Dicle’de uluslararası taşımacılık yapılamaz.
Dolayısıyla bu nehirler “uluslararası su” değil, Türkiye’ye ait ulusal sulardır.
Egemenliği Kaybedersek Ne Olur?
Türkiye Tarımda Dışa Bağımlı Hale Gelir (GAP sularının kontrolü yitirildiğinde, milyonlarca dönüm arazi çoraklaşır. Türkiye, tahıl, pamuk, sebze üretiminde büyük kayıplar yaşar. İthalat bağımlılığı artar.)
Enerji Gücü Sarsılır (Barajlarımızın işlevi azalır. Türkiye’nin enerji üretiminde dışa bağımlılığı artar, milli ekonomi zayıflar.)
Güney Sınırları Güvenliğini Yitirir (Suyun denetimini yitirmek, sınır güvenliğinin düşmesi, terör örgütlerinin elini güçlendirmek demektir.)
Terör Yapıları Meşrulaştırılır (Fırat’ın güneyinde yuvalanan YPG/PKK gibi terör unsurlarına su hakkı verilmesi, dolaylı olarak bu yapıları tanımak anlamına gelir. Türkiye, hiçbir şartta terör örgütleriyle eşit düzeyde masaya oturamaz.)
Bu Mesele Devlet Meselesidir, Millet Meselesidir
Fırat ve Dicle’nin kontrolü, Türkiye’nin tarımı, sanayisi, enerjisi, güvenliği ve hatta gelecek nesillerinin refahı demektir. Bu milli mirasın korunmaması ve egemenlik haklarımızın göz göre peşkeş çekilmesi hem doğrudan hem de dolaylı olarak vatana ihanet ile eş değerdir. Susmak / görmezden gelmek de bu ihanete bir ortak oluş biçimidir.
Fırat ve Dicle üzerinden herhangi bir taviz, sadece bugünü değil gelecek nesilleri de ipotek altına almak demektir. Bu mesele bir çevre politikası değil, milli güvenlik ve devlet bekası meselesidir.
Bu yazı, her düzeydeki devlet görevlisi, diplomat ve siyasetçiye açık çağrıdır: Bu nehirlerin yönetimi ve kullanımı yalnızca Türk Devleti’ne aittir. Herhangi bir paylaşım, feragat ya da teslimiyet; tarih önünde ve millet nezdinde hesap sorulacak bir ihanettir. Bu olası ihanet senaryosunun mümessilleri, elbet bir gün bu ihanetin bedelini, Türk Yargısı önünde ödemek zorunda kalacaklardır.
Bugün Fırat ve Dicle’nin alt havzaları üzerinde bulunan Suriye ve Irak, 1920’lerdeki şekliyle artık birer hukuki devlet değildir. Irak fiilen üçe bölünmüş, merkezi otoritesini yitirmiştir.
Suriye ise iç savaştan sonra kuzeyinde YPG/PKK gibi terör yapılanmalarına alan açmıştır. YPG, terör örgütü PKK’nın uzantısıdır. Ne tarihî, ne sosyolojik, ne de siyasi olarak gerçek bir halkın temsilcisi değildir. Emperyalizmin kara gücü olarak kullanılan bu yapı, hiçbir koşulda Türkiye’nin muhatabı olamaz.
Türk Devleti’nin Mutlak Üstünlüğü
29 Mart 1946 tarihinde imzalanan Dicle, Fırat ve Kolları Sularının Düzene Konması Protokolü, ne yazık ki günümüz koşullarında geçerliliğini kaybetmiştir. Bu protokolün imzalandığı devletler artık fiilen varlıklarını sürdürememekte, Suriye ve Irak’ın mevcut yapıları, bu protokolün anlamını zayıflatmıştır.
Her ne kadar protokol, su kaynaklarının yönetimi konusunda iki devlet arasında bazı anlaşmalar öngörmüş olsa da, uluslararası hukuka göre bir devletin varlığı sona erdiğinde imzaladığı anlaşmalar da geçersiz olur. Dahası, bu protokolün geçerli olması durumunda bile, anlaşmazlık halinde, su kaynaklarının yönetimi ve kullanımı, Türk Devleti’nin egemenliğinde olacaktır.
Bu hak, Türkiye Cumhuriyeti’nin “kaynaktan doğan üstün egemenlik hakkı” prensibine dayanır. Uluslararası su yolları üzerinde herhangi bir egemenlik paylaşımına yer yoktur; zira Türkiye, bu su kaynaklarının ana doğduğu topraklardaki haklarıyla, Fırat ve Dicle’nin yönetiminde mutlak üstünlük sahibidir.
Türkiye’nin bu sular üzerindeki egemenliği, yalnızca bugün için değil, yarının Türkiye’si için de bir güvenlik, ekonomik ve stratejik teminatıdır. Bu sebeple, bu mesele bir devlet meselesi ve millet meselesi olarak, her seviyede titizlikle korunmalıdır. Bu topraklardaki her damla su, yalnızca Türkiye’nin değil, tüm Türk milletinin geleceğini şekillendirecek gücü temsil etmektedir.