“Umut fakirin ekmeği” derler. Oysa sofraya tok oturup aç kalkan birinin sofrasında umut değil, hayal kırıklığı vardır. Eğer umut gerçekten fakirin ekmeğiyse, neden onların gözlerinde bu kadar çok hüzün, bu kadar çok çaresizlik birikir? Neden başları öne eğik, gözleri buğulu ve belki de en çok, neden içlerinde huzur eksik?
Çünkü umut, burada bir sığınak değil; bir oyalamadır. Yüzyıllardır aynı cümlelerle avutulan, sabretmeye zorlanan bir topluluğun mirasıdır bu kelime. İçinde yaşadığımız düzen, çoğunluğun omuzlarına yüklenmiş bir suskunluk ve sabır sistemidir. Birileri doymak bilmeyen açlıkla zenginliklerini artırırken, birilerinin yalnızca umutla yaşaması istenir. Umut, burada bir çözüm değil; bir susturma aracıdır.
Bu söylemler, hep aynı kaynaktan beslenir:
“Sabredin, cennet sabredenlerindir.”
“Kanaat edin, bolluk ve bereket sizi bulur.”
“Azla yetinmeyi bilin, kalbiniz huzurla dolar.”
Peki neden bu sabır ve kanaat yalnızca bir kesime ait bir yaşam biçimi olarak sunuluyor?
Neden kanaatkâr olması gereken hep halk, hep emekçi, hep ezilen oluyor da, diğerleri bolluk içinde yaşarken sabretmek zorunda kalmıyor? Madem kanaat etmek bu kadar kıymetli bir erdem, neden servetlerine servet katanlar paylaşıp azla yetinmiyorlar?
Bu sistem, alım gücü yüksek olanların, çabasız kazançla hayatlarını sürdürenlerin, gölgede kalmış hayatlara yukarıdan bakarak kurdukları bir egemenlik oyunudur. “Umut fakirin ekmeğidir” cümlesi ise bu oyunun en süslü ama en acımasız cümlelerinden biridir.
Gerçekte bu cümle, içi boşaltılmış, sadece alt sınıfların acılarını romantize eden bir aldatmacadır. Tıpkı “kader” gibi, tıpkı “sabır” gibi… Toplumun susmasını, boyun eğmesini, mücadele etmeden kabullenmesini sağlayan birer araçtır.
Ama biz sustukça, bu adaletsiz düzen kendi kendini yeniden üretmeye devam eder. Umut artık ekmek değil, belki de en çok yoksulların boğazına dizilen lokmadır. Ve biz, artık bu suskunluğu kabullenmek yerine, sözümüzle direnmeliyiz. Çünkü gerçek umut, çaresizliğe razı gelmekte değil, değişimi istemekte yatar.