Alsam kendimi, gitsem çok uzak diyarlara…
Çiçeklerin hiç solmadığı, insanların umudunu hiç kaybetmediği…
Savaşların olmadığı, çocukların öldürülmediği, bir annenin çocuğunun cansız bedenine sarılmadığı…
Elinden tutup, rengârenk çiçeklerin açtığı bahçelerde koşup oynadığı diyarlara.
İnsanların mermi yerine birbirlerine çiçek attığı, huzur ve mutluluk verdiği bir diyara gitmek var içimde. Sevenlerin hiç ayrılmadığı, özlemlerin olmadığı, acının ne yüreklerinde ne de dillerinde olmadığı bir diyar…
Ne güzel olurdu dünya böyle bir yer olsaydı. Olamaz mıydı? Tabii ki olurdu. İnsanlar bir an öfkelerini, bencilliklerini unutsalardı, hafıza kaybı yaşayıp belleklerinden silmeyi başarabilselerdi…
Zor değil. Yüreklerimizi sevgiyle beslesek, her gelen günü çocukların o güzel sesleriyle karşılayıp, onların gözlerindeki sonsuz hayat enerjisinin ışığıyla bakmayı öğrenebilseydik, olmayacak bir şey değildi aslında.
Hiç dilimizden düşürmediğimiz mutluluk, o kadar da yakınımızda ki… Sadece bakmasını bilmemiz gerekiyor. Elimizi yüreğimizin üzerine koyup, gözlerimizi bir anlığına kapayabilsek, uzak sandığımız bu diyarın aslında tam da orada, elimizin altında çarpan kalbimizin derinliklerinde olduğunu görürüz.
Peki biz ne yapıyoruz? Ben ne yapıyorum? Sen ne yapıyorsun?
Yalan dediğimiz dünya hayatında, kaybettiğimiz gerçeklik olgusunu bulmaya çalışıyoruz.
Yalan olanda gerçekliği aramak… İki tezat kavram: yalan ve gerçek.
O hâlde, “yalan” dediğimiz dünyayı el ele vererek “gerçeğe” dönüştürelim. Eğer gerçekten istersek, bunu yapmamıza kim ya da ne engel olabilir — kendi egomuzdan başka?
Demek ki her şeyin başlangıcı ve sonu kendi içimizde gizli.
İçimizdeki bu muhteşem cevheri gün yüzüne çıkaralım.
Çıkaralım ki, nefes aldığımız; üzerinde yaşamaya çalıştığımız dünya daha yaşanabilir olsun.
Cennetimiz olsun… Gerçekten yaşanabilir ve hissedilebilir bir cennet.
Son olarak:
Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşamasın…
Bir başkasına zarar verecekse eğer…