Tarih, devlet yönetiminin en temel unsurlarından biridir. Bu bağlamda, tarihin yönetim süreçlerinde aktif bir rol oynaması gerektiğini ve tarihçilerin devletin üst kademelerinde yer alması gerektiğini düşünüyorum. Bu görüşe, sahip olduğumuz zengin tarihsel mirasa rağmen, gerçeklerin yerini uydurulmuş hikâyelerin aldığına tanık olduğum andan itibaren sahip oldum.
Adolf Hitler’in “Dünyada tek bir ülke olsaydı, sanayisi Almanlardan, ordusu Türklerden olurdu.” sözü, tarih boyunca birçok kez doğrulanmıştır. Bu nedenle, kimse Türkleri askeri olarak karşısına almak istemiyor. Birinci Dünya Savaşı’nda dünya, Türkleri farklı cephelerde yenebileceklerini bildiği için savaşın şeklini ve cephesini değiştirdi. Bu durum, Türkleri alt edemeyen Çinlilerin, Türklere kız vererek içlerinde nifak sokma çabasıyla bağlantılıdır. Olası tehlikelerde tek vücut olmayı başaran Türkler, tarih boyunca içlerindeki birlik eksikliğinin bedelini ağır bir şekilde ödedi. Ancak bu durumdan hiçbir zaman ders alınmadı. Yabancı müdahalelere ve spekülatif hareketlerle birlik ve beraberliğin bozulmasına izin verildi. Lozan Antlaşması sırasında İngiliz Komiser Lord Curzon, Birinci Dünya Savaşı’nın askeri olarak sona ermesinin ardından verilen tavizleri açıkça Türk heyetine iletmekten çekinmedi. Yakın tarihin en kritik dönüm noktası burasıdır. Bu andan itibaren emperyal güçler, Türkiye’yi askeri olarak rahat bırakmalarına rağmen, iletişimsel olarak tam bir kuşatma altına aldılar. Acı olan, toplumun bu durumu fark edememiş olmasıdır. Emperyal güçler, din ve batıcılık gibi her iki görüşü de etkileyebilecek silahlara sahipti. Bu silahlarla toplumun tüm kesimlerini istedikleri gibi manipüle edebilir ve Churchill’in belirlediği “Türkiye zayıflarsa sulayın, güçlenirse budayın.” hedefine ulaşabilirlerdi. İşte Lozan Antlaşması’ndan hemen sonra Türkiye’ye karşı açılan savaşın merkezinde yatan gerçek de tam olarak budur.
Devletler, günlük düşüncelere kapılmazlar; bu nedenle planlarını yüzlerce yıl ileriye dönük yaparlar. Dünden bugüne sonuç elde etme çabası içine girmezler. Bu durum, Lozan’da verdikleri tavizleri geri almak için önlerinde uzun bir zaman olduğunu bilmeleriyle birleşince, acele etmeden hareket ettiler. O tarihten itibaren dünya üzerindeki gelişmeleri kendi çıkarlarına, Türkiye’nin aleyhine kullanmaktan çekinmediler. Teknoloji, emperyal güçlerin gelişimini desteklerken, aynı zamanda bizi değerlerimizden uzaklaştıran bir silah haline geldi.
Türk tarihinin bilgi ve deneyim birikimini silerek, başarıların, destanların ve büyük zaferlerin yok edildiği ya da çarpıtıldığı bir boşluk yarattılar. Kahramanlar hain, hainler ise kahraman olarak gösterildi. Bu yanlış bilgileri, eğitim sistemi aracılığıyla genç nesillere ve radyo, televizyon, sosyal medya gibi araçlarla topluma yavaş yavaş aşılamaya başladılar. Kurbağayı kaynar suya atarsanız sıçrayarak kurtulur, ama soğuk suya atıp yavaş yavaş ısıtırsanız, fark etmeden kaynayan suyun içinde ölür. İşte tam olarak bu şekilde bir süreç yaşandı; toplum, suyun kaynadığını fark etmedi.
100. yılını kutlayan Türkiye, geleceğe umutla bakıyor. Özellikle son yıllardaki gelişmeler, sadece toplumda değil, tüm Türk dünyasında umutları yeniden canlandırıyor. Ancak bu yeterli değil. Savunma sanayi ve teknoloji alanındaki başarıların, daha geniş bir mücadeleye dönüşmesi gerekmektedir.
İlk yüzyılının başında bağımsızlık mücadelesini İstiklal Savaşı ile veren Türkiye, ikinci yüzyılın başında yönetimsel mücadele verdiği İstikbal Savaşı içindedir.
Bu savaşın en kritik boyutu, kuşkusuz tarihtir. Tarihimize sahip çıkmalı ve gerçek, doğru tarihimizi korumalıyız. Zira tarihe sahip çıkmak, bir ülkenin sınırlarını korumak kadar önemlidir. Emperyal güçler tarafından toplumun manipüle edilmesi amacıyla yayılan yanıltıcı bilgilerle dolu sahte tarih anlayışından uzak durmalıyız. Tarih, toplumun kutuplaşmasına neden olmaktan çıkarılmalı ve birleştirici bir unsur haline gelmelidir.
İstikbal Savaşı’nın kazanılmasında en önemli etken ve motivasyon kaynağı tarih olacaktır. Tarihinden güç alan Türk milletinin bu savaşı kazanmak dışında bir seçeneği yoktur. Eğer toplum, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün “Muhtaç olduğu kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur.” sözünü hatırlarsa, bu savaştan zaferle çıkacaktır. İşte bu hatırlatmayı yapacak olan da tarihtir. Toplum, doğru bilgi ve gelişim temelleri üzerinde yükselebilecektir.