Emrihan AYDIN
  1. Haberler
  2. Yazarlar
  3. Osmanlı’nın Çöküşü ve Yıkıntılardan Doğan Cumhuriyet

Osmanlı’nın Çöküşü ve Yıkıntılardan Doğan Cumhuriyet

featured
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

Yüzyıllar boyunca dünya üzerinde egemen olan Osmanlı İmparatorluğu, gerileme dönemine girdiği andan itibaren emperyal güçler tarafından acımasız bir şekilde yıkılmaya çalışıldı. Osmanlı’nın kuruluşundan itibaren uyguladığı istimalet politikası, devlet yönetiminde liyakatsizliğin ortaya çıkmasıyla birlikte emperyal güçler için bir fırsat sundu. Özellikle Fransız İhtilali sonrasında dünya genelinde yükselen milliyetçilik akımından en çok etkilenen ülkelerden biri Osmanlı İmparatorluğu oldu.

Bu gelişmeler üzerine Osmanlı, küçülme ve rejim değişikliği yoluna giderek Cumhuriyet ile yeni bir döneme adım attı. Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nde egemenlik halka verilmiştir. Bunun nedenleri uzun yıllar boyunca tartışılmış ve günümüzde de tartışılmaya devam etmektedir. Özellikle Osmanlı’nın çöküşünün suçunun Cumhuriyet’e yüklendiği bir bakış açısıyla, iki devlet arasında kan davasına varacak çatışmaların çıkması teşvik edilmeye çalışılmıştır. Ancak olayların özünü kimse tam olarak anlayamamış ve bu anlayışın benimsetilmesi mümkün olmamıştır.

Asıl sorulması gereken, neden yüzyıllar boyunca dünyaya hâkim olan bir devletin yönetim şekli benimsenmemiş, yeni bir sayfa açma gereği duyulmuştur?

Neden ülkenin kurucusu, gençlere yönelik mesajında gelecekle ilgili olumsuz bir tablo çizerek yalnızca kendilerine güvenmelerini öğütledi? Gazi Mustafa Kemal Atatürk, “Beni görmek demek mutlaka yüzümü görmek değildir. Benim fikirlerimi, duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız bu yeterlidir.” diyerek halkının kendisini anlamasını ve görüşlerini benimsemesini istemiştir.

Atatürk’ün Cumhuriyet rejimine geçişi, 100 yıl sonrasını düşünerek alınmış bir tedbirdir. Eğer ülke İslamiyet’e dayalı bir devlet olsaydı, emperyal güçlerin zamanla din gibi saf bir duyguyu siyasete alet edeceğini ve bu durumu istismar edeceğini öngörüp göremediği bilinmez; ancak bu durum tam olarak gerçekleşmiştir.

Birinci Dünya Savaşı’nda olduğu gibi, emperyal güçler, oyunlarını hileli bir şekilde oynamayı tercih ederler. “Demokrasi getiriyoruz” diyerek işgal eder, bombalarlar; ardından “Biz yapmadık, üzgünüz” diyerek bu toprakların sizlere ait olduğunu söylerler, ama gerçekte sömürgeleştirirler. Yani karşımızda Makyavelizm’e inanan ve stratejisini bu anlayış üzerine kurmuş bir zihniyet bulunmaktadır.

Atılmış adımların, Türk toplumunun sürekliliğini sağlamak amacıyla alınan önlemler olduğunu söylemek mümkündür. Olağanüstü bir gözlem yeteneğiyle halkını derinlemesine anlayan bir aklın ürünü olan bu adımlar, tamamen “ilelebet payidar” olma hedefiyle atılmıştır.

Atatürk, Halifeliği kaldırmamıştır; aksine, İslamiyet’in kötüye kullanılmasını önlemek amacıyla bu yetkiyi bir kişiden alarak Diyanet İşleri Başkanlığı’na devretmiştir. Bu değişikliğin önemli faydaları bulunmaktadır. En önemlisi, hilafetin keyfi uygulamalarının önüne geçmek istemiştir ki bu da doğru bir yaklaşımdır. 2025 dünyasında, dezenformasyonun zirveye ulaştığı bir dönemde, halifeliğin tek bir kişide olduğunu düşünmek bile endişe vericidir. Allah korusun, temiz dinimiz ne hale gelirdi? Ayrıca, şu anda İslam adına hareket ettiğini iddia eden ancak dinle hiçbir ilgisi olmayan milyonlarca terörist bulunmaktadır. Bu nedenle, halifelik makamını korumak oldukça riskli bir durum olurdu.

Türk milletinin gücü, potansiyelinin çok altında kalmaktadır ve bunun sorumlusu yine kendisidir. Bireysel olarak ahlaki yükümlülüklerini yerine getirmeyen bir toplum, sürekli olarak devletin gücünden bahsetmektedir. Oysa devlet ya da toplum, bireylerin toplamından oluşur. Sen birey olarak ne isen, devlet de o olur. Cumhuriyet sonrası Türkler adeta bir uykuya dalmışlardır. Emperyal güçlerin etkisi altında, 100 yıl boyunca derin bir uykuya gömülmüşlerdir.

Tarihte oldukça ilginç bir dönem vardır ki, bu dönemin derinlemesine incelenmesi gerekmektedir. Osmanlı İmparatorluğu’ndan Cumhuriyet’e geçiş süreci sağlıklı bir şekilde gerçekleşmemiştir; Cumhuriyet, bu geçişin sonucunda sakat bir biçimde doğmuştur. Bunun birçok nedeni bulunmaktadır. Genel bir çerçevede ele alacak olursak, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçişte yönetim tam anlamıyla devredilememiştir. Osmanlı arşivleri zarar görmüş ve bir kısmı da kasıtlı olarak yok edilmiştir. Cumhuriyet döneminde tarih, yanlış bilgilerle dolu bir sarmal haline gelmiştir. Oysa Cumhuriyet’in ilk yıllarında yakın geçmişin bu denli çarpıtılmasına sessiz kalınması oldukça dikkat çekicidir. Şunu söyleyebiliriz ki, Cumhuriyet, Osmanlı’dan devraldığı yönetim mirasına sahip çıkamamış, bu mirasa başkalarının zarar vermesine göz yummuştur. Değerli mirasını kaybetmiş, yerine sahte bir miras konulmuş ve buna karşı sesini çıkarmamıştır. Bir yönetim uzmanı olarak belirtmeliyim ki, Cumhuriyet dönemi devlet yönetimi, bilinçli bir şekilde sakat bir yapıda oluşturulmuş, tam da emperyalistlerin beklentileri doğrultusunda şekillenmiştir. İlk yüzyıla baktığımızda, o kadar çok içsel sorun ortaya çıkmıştır ki, bu sorunlarla uğraşmaktan devletin kalkınma ve gelişmeye zaman bulamamıştır. Sürekli olarak yapay gündemlerle meşgul olmuş, bu nedenle gelişim için fırsat bulamamıştır. Düşünün ki, peş peşe gelen sorunlar, 100 yıl boyunca aralıksız devam etmiştir. Bu açıdan bakıldığında, bu sorunların çoğunun yapay olarak yaratıldığını söylemek mümkündür. Yapay sorunların dış kaynaklı olduğunu görmemek, sorunun kök nedenini kabul etmemek anlamına gelir. Bu noktada, yüzyıl önce Winston Churchill’in söylediği söz akıllara geliyor: “Türkiye solarsa sulayın, büyürse budayın!” Yaşananları bu perspektiften değerlendirdiğimizde, sorunların kökenini daha net bir şekilde görebiliyoruz.

Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra savaşın doğası değişti. Askeri çatışmalar uzun bir süre durakladı ve stratejik yönetimsel savaşlar ön plana çıktı. Bu savaşların temelinde, dezenformasyon yoluyla ülkelerin tarih, kültür, toplumsal ve aile yapısı, değerleri ve ahlaki normları hedef alınarak çökertilmesi yatıyordu. İlk olarak radyo, televizyon, gazete ve dergi gibi geleneksel iletişim araçları, ardından ise sosyal medya gibi modern iletişim platformları kullanıldı. Dezenformasyon, gerçekleri çarpıtmak, yanlışları normalleştirmek ve insanları olumsuz durumlara alıştırmak gibi stratejik yöntemlerle gerçekleştirildi. Sonuç olarak, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki pek çok olumlu örnek neredeyse tamamen yok edildi veya içi boşaltıldı.

Devlet yönetiminin bozulmasının ardından, diğer alanlarda da dezenformasyon yoluyla içi boşaltma süreci hız kazandı. Özellikle sivil toplum alanında Osmanlı İmparatorluğu oldukça gelişmiş bir düzeydeydi. Ancak, o kadar köklü bir darbe yaşandı ki, Cumhuriyet döneminin ikinci yüzyılının başında sivil toplum örgütlerinin çoğu sadece isimden ibaret hale geldi. Devlet ile toplum arasında bir tampon görevi üstlenmesi gereken sivil toplum, zenginleşmenin, siyasi kariyerin ve gereksiz güç gösterilerinin aracı haline geldi. Üretilen projelere bakıldığında, Osmanlı’nın çok gerisinde kalındığı açıkça görülüyor. Bu durum sadece üretilenler açısından değil, anlayış bakımından da Osmanlı’nın gerisine düşüldüğünü gösteriyor. Her geçen yıl bu gerileme devam ediyor ve kimse sivil toplum yönetimindeki bu olumsuz gidişata dur demek için bir çaba göstermiyor. İşte Churchill’in tam olarak bahsettiği durum da budur.

Özel sektöre bakıldığında, Türklerin tarih boyunca ticaretten uzak durduğu görülmektedir. Osmanlı döneminde ticaret, büyük ölçüde gayrimüslimlerin elindeydi. Cumhuriyet döneminde ticarete girişim hızlansa da, yanlış uygulamalar nedeniyle geniş bir alanın şirketler mezarlığı haline geldiği gözlemleniyor. Başarılı birkaç şirket dışında, ulusal ölçekte bile yeterli sayıda şirketin bulunmadığı aşikâr. Bunun temel nedeni, Cumhuriyet’in ilk yıllarında Türklerin zenginleşme arzusunun saplantı haline gelmesidir. Toplumun büyük bir kesimi hâlâ zenginleşme peşinde. Bu durum, aslında olumlu bir şekilde de değerlendirilebilir. Ancak sorun, kısa yoldan zenginleşme isteğidir. Bu istek, Makyavelist bir bakış açısını ve davranışları beraberinde getirir. Özel sektör girişimcilerinin de hedefi bu yönde şekillenmiştir. Kısa yoldan zenginleşme arzusu, şirket yönetimlerinin kurallara uygun bir şekilde gerçekleştirilmesini engellemiştir. Sonuç olarak, sadece sahibini zenginleştirme hedefi olan şirketler, Türk özel sektörünün yapısını oluşturmuştur. Girişimciler için şirketlerinin durumu değil, cüzdanlarının kalınlığı her zaman daha öncelikli olmuştur. Şirketlere insan kaynağına yatırım yapılmadığı için, çok az sayıda şirket global ölçekte faaliyet gösterebilmektedir. Sektör, işin kurallarına uygun bir yapıdan oldukça uzaktır. Türkler, özel sektörü öğrenemedi ve öğrenmeye niyetleri yok gibi görünüyor.

İkinci yüzyılın başında, başta devlet olmak üzere sivil toplum ve özel sektör alanlarındaki yönetimlerin yeniden yapılandırılması gerekmektedir. Sektör temsilcileri, gerçek anlamda kuralları yeniden belirlemeli ve tüm sektör üyelerinin bu kurallara uyması sağlanmalıdır. Türkiye için yönetimsel bir milada ihtiyaç vardır. Bu milat, geçmişle barışık ve geçmişin mirasını kabul eden, iyi uygulamaları günümüz perspektifiyle hayata geçiren bir anlayışla şekillenmelidir. Sektör temsilcilerinin vizyonu, Türkiye’nin ikinci yüzyılına yakışır bir seviyede olmalıdır.

Osmanlı’nın Çöküşü ve Yıkıntılardan Doğan Cumhuriyet
Yorum Yap

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Giriş Yap

Türkiye Aktüel ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!