Gazâlî hiç de yanlış bir şey söylemiyor: “Siyâsetçinin sofrasına oturma; yediği haramdır! Sohbetine katılma; konuştuğu yalandır.” Tarihî tecrübeyle sâbittir ki, gerçekten de, siyâsetçi haram yer, yalan konuşur; eğer ki haram yemeyen ve yalan konuşmayan bir siyâsetçi varsa, ağlebî ihtimâl ile, siyâset yapar ama iktidar olamaz, olsa iktidarda kalamaz, kalsa muktedir olamaz, olsa pâyidar olamaz. Demokrasinin fazîleti, haram ve yalanı azaltmasıdır, yoketmesi değil; tabiatiyle, ancak fâzıl bir cemiyet olmak kayıt ve şartıyla, aksi takdirde, ar-hayâ perdesini yırtmış bir cemiyet kolektif cünûn hâlinde olacağından yalan ve haram tabiî bir içtimâî varoluş (ekzistans) olacaktır. Buna mukabil ekserünnâsın yanlış üzere ittifak etmeyeceğini söyleyenler olabilir ama, onun da te’mînâtı yoktur; pekâlâ olabilir. Ancak, her şeye rağmen dünyanın herhangi bir yerinde haram yemeyen ve yalan konuşmayan ama bunun rağmına iktidarda olan ve iktidârını da muktedirâne muhâfaza edebilen bir siyâsetçi var ise, biliniz ki o kişi bir evliyâdır, o memleket Fârâbî’nin “Fazîletli Şehir” (Medinetü’l-Fâzıla) dediği memleket ve o memleket ahâlisi de “Fazîletli Şehir Halkı” dır (Ehli’il-Medinetü’l-Fâzıla) ve yine biliniz ki o kimseler Sahâbe’ye denktir – hattâ daha bile üstün; ama boşuna aramayınız, bulamazsınız, zîra, insanın yaratılmış olduğu eğri odundan dümdüz olan hiçbir şey yontulamaz febinâenaleyke zâlik, yalan ve haram: Tıpkı safra kesesinin safra, idrar kesesinin idrar üretmesi gibi siyâset de yalan ve haram üretir. Çünkü siyâset çok kişi ile yapılır, tek kişi ile değil – yâni siyâset tek kişilik bir pandomim değil çok aktörlü bir oyundur – ve buna binâen, yalan ve haram ihtimâli, insan adedi nisbetince yükselir ve bu da demek olur ki, kişi tam bir ihlâs ile hem siyâset yapıp hem de temizlikte ısrar etse bile mutlaka, az ya da çok, bir kirlenmeye mâruz kalacaktır. Bunun içindir ki siyâset, dünyanın en kirli san’atıdır. Fakat ne var ki, siyâsetten kaçmak imkânsızdır ve aslında en kötü siyâset nevi’lerinden birisidir ve hattâ birçok hâlde de en kötüsü. Onun içündür ki, aydın kişi – o takdirde meydanı bilkast kötülere terk etmek, yâni kötülüğe yol açmak demek olacağından – mutlak anlamda siyasetten kaçmaya çalışmamalıdır; siyâset yapmalıdır, ama faal bir şekilde siyâsetin içine girerek değil, en fazlasından, tam müstakil bir müşâvir olarak, denizde yüzen geminin su içinde bulunmasına rağmen suyu içine almaması gibi, siyâsetin içine, siyâsetin kendi içine girmesine izin vermeden girmelidir; ama her hâl ve kârda, sâdece Doğrucu Dâvud olarak ve öyle kalarak; kalabilirse, tabiî! Bunun için de aydın kişi gerçekten “aydın” ise, siyâsetçinin ayağına gitmemelidir; velev ki cihan fâtihi, sultanların sultânı bile olsa. Çünki aslında, O, zâten sultandır, kendi mülkünde.
Ner var ki siyâsete alâka duyan aydın kimseler, hemen dâimâ, denizdeki geminin, içine su girmesiyle fesâda uğraması gibi, siyâseti içine çekerek fesâda uğramaktadırlar ki işbu fesâd, aydın ihânetinin cerahat gibi patladığı noktadır.
Julien Benda da, “aydın çürümesi” nin en başat kaynaklarından olan siyâset ile kurdukları kirli münâsebetleri konu edindiği Aydınların (Ruhbanların) İhâneti’nde, “aydın patolojisi” ni şu üç başlık altında toparlamaktadır: “Bir: Aydınlar Siyâsî İhtirasları Benimsemişlerdir” ; “İki: Aydınlar Sürdürdükleri Faaliyetlerine Siyâsî İhtiraslarını Katmışlardır” ; “Üç: Aydınlar Doktrinleriyle Siyâsî İhtiras Oyunu Oynamaktadırlar” [*].
Aydın patolojisinin, Julien Benda’nın mevzû edinmediği bir diğer kaynağı da Sermâye’dir; yâni herhangi bir sermâye değil, büyük S’li sermâye. Çünki, “Türkiyeli aydının ihâneti” apayrı bir fenomendir, sâhasında tek örnektir ve onun için de buraya kadar anlattıklarımızla açıklanamaz; ayrıca tedkîki gerektir.
[*] Julien Benda., La Trahison des Clercs., Èditions Bernard Grasset, Paris-Vsuper enosupersub ,1927; p.56, 82, 96
Yazara ait yayınlanan son makaleleri gazete bayilerinden Yeni Çağ Gazetesi satın alarak okuyabilirsiniz.