Zorluklar onları yıldırmaz, baskılar korkutmaz. Onlar sadece varlıklı zamanları değil yokluk ve yoksulluk zamanları için de kendilerini programlamış, “kahrın da hoş lütfun da” deme sırrına ermişlerdir. Mal biriktirme, dünyalıklarını çoğaltma kaygısına kapılmayan ve tek dertleri davaları olan bu adamlar, yaşadıkları çağda iz bırakmayı başarmışlardır. İşte onlardan biridir Ali Nar. Edebiyatçı, mücahit, vakıf ve gönül adamı… Güzel vasıfların çoğunu hak eden bir mümin…
Yiğit ve mert
Ömrü boyunca Ehl-i Sünnet çizgisinin keskin kılıçlarından oldu. Kafası karışıklara ve itikadı bozuklara karşı korkusuzca savaştı. Mümin ve muvahiddi. Makam-mevki gözetmeden, inancı uğruna kendisini meydan yerinde nöbete adayan duyarlı bir Müslüman oldu. “Sözüm odun gibi olsun, hakikat olsun tek” diyen Âkif’in ahlakıyla ahlaklanmıştı. Dengelerin alt üst olduğu bir dönemde, “ya ben öleyim mi söylemeyim de” diyerek hakkı söylemekten hiçbir zaman vazgeçmedi. Akademisyen ve yazar unvanlı birçok kişinin Fetöden nemalandığı onlar adına eser çıkarıp onların türküsünü söylediği zamanlarda bile Ali Nar Hoca hain örgütün oyunlarını halka anlatmaya çalıştı. Diyalog projesine neredeyse tek başına direndi. Dergiler çıkardı kitaplar yayınladı. Engin ferasetiyle hain yapıya hiçbir zaman aldanmadı. Fetönün bahisleriyle sarhoş olan sözde alim akademisyenler Fetö övgüsünde sıraya girerken Ali Nar “Durun Kalabalıklar bu cadde çıkmaz sokak’’ dedi. Bu tavrından dolayı ayıplandı yalnızlaştırıldı. Fakat Hakkı bilenlerin ve haklı olanların kendilerine has takındıkları asil tavırdan asla taviz vermedi. Ve tarih Ali Nar hocayı haklı çıkardı. Bu çok saygıdeğer bir durumdur bu ebedi anılacak bir duruştur.
Mollagil ailesi
Bugünün gençleri maalesef Ali Nar’ı tanımıyor. Bu yazı vesilesiyle merhum Nar’ı biraz anlatalım isterim.
Eskiden Erzurum’a bağlı olan, sonradan Kars’a bağlanmış bir köyde doğar. Erzurum kültürü ağırlık bastığı için sorulduğu zaman “Erzurumluyum” der. Lakapları Mollagil’dir.
Dedesinin dedesi veya dedesinin babası, köye imam olarak gelmiş. Babadan oğula hep imamlık yapmışlar. Ders, Kur’an ve Arapça okutmuşlar. Zamanla isimleri Mollagil olarak yerleşmiş. Babası Osmanlı okuryazarlarındandır ve ailenin reisidir. Askerlikte de bölük emindir. Soyadı hikâyesi çıkınca, babası, “Bize Mollagil derler. Öyle bir soyadı istiyorum.” demiş. “Hayır, olmaz, o eski.” demişler. Gelen memur “Ben yazdım.” demiş. Bakmışlar ki “Nar” yazmış. Onlar da Kur’an-ı Kerim’de “nar” kelimesi geçiyor diye ses çıkarmamışlar.
İmam hatip yılları Kayseri’de geçer. Bu kadim şehirde sayısız hatıralar biriktirir. O zaman Kayseri’de Osmanlı uleması yaşar. Osman Efendi, Yusuf Efendi… Bunlar Arapça, tefsir, fıkıh, hadis derslerine gelirler. Bir de Ahmet Efendi vardır. Meşhur Kayseri’nin Camii Kebir imamıdır. “30 sene sehiv secdesi yapmadan namaz kıldıran adam” olarak ün salar. O kadar dikkatlidir.
Kader çizgisi onu, Kayseri’den sonra İstanbul’a taşır. Bu büyük ve büyük rüyaların şehrinde, büyük ideallerle donanır.
Mahir İz’in İzinde
İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü ona yeni kapılar açar, önemli şahsiyetlerle tanışır. Bunların başında Mahir İz gelir.
Mahir Bey edebiyatta bir köşe taşıdır. Hem Farsça, hem Arapça hem de Türkçe… Hepsini bilir, âdeta Mecamiü’l-Edeb’tir. Türkçe bir beyit söylediği zaman, bunun bir Farsçasını bir de Arapçasını söyler. Heyecan ve coşku ile şiiri okuduğu zaman en ilgisiz talebeyi bile kalbinden yakalar. Dersine girdiği herkese bir ruh aşılar. Ali Nar, iz bırakan hocasını bir sohbetimizde şöyle anlatmıştı:
“‘Mahir Bey derse gelecek’ dediler. Biz tanımıyoruz tabii. İstanbul İmam Hatipliler bilirlermiş. Geldi, baktık ki heybetli bir adam. Bakışı bile tuhaftı. Dikkatle bakıyordu. Oturdu ve bir vesile ile şiir okumaya başladı. Bir gün ‘İstiklal Marşı’nı okuyordu. Heyecanlandı, ayağa kalktı. Ayakta okudu. Sonra, kalp rahatsızlığı vardı galiba. Dedi ki; ‘Ben heyecanlandığım zaman işaret edin, bir kişi vazife alsın.’ Oradan bir arkadaş elini kaldırdı. Hemen yerine oturdu, okumaya yerinde devam etti.”
Ali Nar, Hocası Mahir Bey’in hitabetini geliştirir. Okuduğu her şiiri ezberlemeye çalışır. O kadar tatlı, o kadar güzel ahengine uygun okur ki, hem defterine yazar hem de ezberine alır. Ondan sonra köye gittiğinde arkadaşları veya hocaları arasında beyit okuyunca, “Sen İstanbul’a gittikten sonra dilin çıktı, konuşmaya başladın.” derler. O heyecanı Mahir Bey’den alır.
Ehl-i Sünnet şuurunu, hissiyatını Ahmed Davutoğlu kazandırır. Kıl kadar fazla, kıl kadar noksan olmamak şartıyla “kitap sünnet icma-i ümmet” bilincini Davutoğlu’ndan yüklenir. Kelam, felsefe derslerini Celal Hoca’dan alır. Ömer Nasuhi Hoca’nın kendi kitabından ders okuttuğu zamana ermenin bahtiyarlığını yaşar. Yine felsefe derslerine gelen Nevzad Ayasbeyoğlu’ndan çok faydalandığını, yazdığı eserlerde onların izleri geçtiğini belirtir.
Talebeleri
Ali Nar, edebiyatçı kimliğinin yanında öncü öğretmenlerdendir aynı zamanda. Davasını yeni nesillere aktarmak için çırpınan muallimler silsilesinin son halkasındandır. Vatan-millet-Ehl-i Sünnet çizgisinde nice talebe yetiştirir.
Bunlar arasında akademisyen Bedri Mermutlu, Beyan Yayınları’nın sahibi Ali Kemal Bey ve daha niceleri var.
Diyarbakır’da görev yaparken “Doğu’nun Necip Fazıl’ı” diye nam salar. Öğretmenliği esnasındaki kültürel faaliyetlerinden dolayı bu sıfatı yakıştırırlar. Bu tanımlama Necip Fazıl’a kadar ulaşır. Hatta Üstad konferansa geldiğinde, “Gel bakalım Ali Nar. Seni anlata anlata bitiremiyorlar.” der. Bunun üzerine Ali Nar, “Üstadım onlar tevatür ediyorlar. Biz aslında sizden aldığımız ilhamla taklit ediyoruz.” diye mahcubiyet içinde cevap verir.
Son ziyaret
Ali Nar Hoca’yı, vefatına yakın bir zamanda, yazar ve şair arkadaşlarımızla birlikte hastanede ziyaret etmek imkânı bulmuştuk. Odasına geldiğimizde gözleri kapalı, vücuduna verilen ağır ilaçların ve amansız hastalığın tesiriyle dünyadan kopmuş vaziyette yatıyordu. Dostlarımız, geçmiş olsun temennilerini belirtmek istediklerinden uyandırmaya çalıştılar. Bütün uğraşlara rağmen kıymetli hocamız tam ayılamadı. O sırada aklıma bir fikir geldi. Dergi çıkaran insanlar, çıkardıkları dergiye aşk derecesinde bağlıdırlar ve son nefeslerine kadar da bu sevdadan ayrılmazlar. Ben de Ali Nar Hoca’mıza biraz sesli bir vaziyette seslendim; “Hocam, derginin son sayısı hazır mı?” diye sordum. Hoca’mız gözlerini açtı, dudakları kıpırdadı ve zorlukla da olsa dergiyi anlatmaya başladı. Bu arada arkadaşlarımız da geçmiş olsun dileklerini ilettiler. Ziyaretçileri görmekten mutlu olduğu gözlerinin içindeki sevinç ışıklarından belliydi.
Bir Asya atasözü, “Bir insan kendine düşenleri yaptıktan sonra, geriye yapacağı bir şey daha kalıyor; o da huzur içinde ölümle dostluk kurmaktır.” der. Hoca’mızda son ziyaretimizde ölümle kurduğu dostluğu ve Cenâb-ı Hakk’ın dön emrine razılığını bizzat görmüş olduk.
Üstad Necip Fazıl’ın bir şiirinde ifade ettiği gibi, “O demde ki, perdeler kalkar, perdeler iner, / Azrâil’e ‘hoş geldin!’ diyebilmekte hüner” sözüne uygun, Azrail’i “hoş geldin” diye karşılayacak bir ruh hâli vardı. Bizim ziyaretimizden kısa bir süre ebedî âleme göçtü. Ruhu şad olsun.
Mahmut BIYIKLI 17 Tem 2018
Bu köşe yazısı Türkiye’nin en genç gazetelerinden Yeni Birlik’te yazılmıştır. Eğer köşe yazarının yazısıyla ilgili düşüncelerinizi paylaşmak istiyorsanız aşağıdaki yorum kısmından yazabilirsiniz.