Bu yolculuğu iki farklı açıdan ele alabiliriz: Kabileden feodal krallığa, feodal krallıktan merkezi devlete, merkezi devletten milli devlete. Bu ilk açıdır. İkinci açıdan bakıldığında ise Cumhuriyet, daha fazla özgürlük ve daha fazla zenginleşme hedefinin doğal sonucudur. Bu ikinci bakış açısı, özellikle, yakın tarihimizi açıklar. Vaka –yi Hayriyye’den Tanzimat’a, Tanzimat’tan Meşrutiyet’e, Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e, Cumhuriyet’ten Demokrasi’ye süreklilik içinde değişimin gerçekleştiği bir tarihsel yolculuk. Bu konuda daha sonra yazacağım. Ama bugünün hatırasına, başta Gazi Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere Cumhuriyet’imizin kurucularını rahmetle yad ediyorum. Ruhları şad olsun.
Cuma günkü yazımda 2018 Nobel Ödülü’nü kazanan Romer ve Nordhaus’un Büyüme İktisadına katkılarını konu edinmiştim. Her iki iktisatçı da egemen iktisat okulunun ana akımında öne çıkan büyüme teorilerini yetersiz ve dar kapsamlı bulmakta ve bunların daha geniş kapsamlı ve hayatın gerçeklerine daha yakın hale getirmeyi amaçlamaktaydılar. Aslında ana akım modelleri revize ederek yenilemiştirler.
Romer kapitalist bir ekonominin uzun dönem büyümesini belirleyen etkenlerden biri olan teknolojik değişim hızını AR-GE yatırımlarının yoğunluğuna bağlamaktaydı. Yine uzun dönem büyüme oranını belirleyen etkenleri tanımlarken de, AR-GE harcamalarını hem teknoloji düzeyini hem de üretim miktarını belirleyen bir üretim faktörü olarak ele almaktaydı. Ana akım büyüme modeli teknolojik gelişmeyi firmaların yatırım harcamalarından bağımsız olarak üniversiteler veya bireysel mucitlerin buluşlarına bağlarken, Romer ve üstadı Arrow teknolojik gelişmeyi firmaların yatırım harcamalarının sonucunda ortaya çıktığını söylemekteydiler. Arrow sabit sermayeye –üretimde kullanılan makine ve teçhizata- yapılan yatırımların, firmaların bilgi düzeyini arttırdığını, yaparak öğrenme yolu ile teknoloji düzeylerinin yükseldiğini söylerken Romer bir adım daha ileri gitti. Romer, Kenneth Arrow’un ilk teknolojik büyüme modelini geliştirerek, sabit sermaye harcamalarının yerine AR-GE harcamalarının hem bir üretim faktörü hem de teknoloji düzeyinin belirleyicisi olduğunu öne sürdü. Romer’a göre, AR-GE harcamaları tek bir firma için sabit getirili ama bütün ekonomi için artan getirili bir üretim süreci içermekteydi. Böyle bir ilişkinin gerçekleşmesi için bir firmanın başarılı bir teknik inovasyon yapması halinde, bu yenilik hemen diğer firmalar tarafından bedelsiz olarak uygulanmaktaydı. “Hocam hiçbir şey anlamadık. Ne diyorsunuz?”, dediğinizi duyar gibiyim. O zaman açıklayalım.
Bir üretim sürecinde, üretim çıktısı kullanılan girdilerden birindeki artış oranından daha düşük oranda artarsa, bu üretim faktörü için azalan getiriler geçerlidir. Örnek olarak 15 kişi çalıştıran bir işletmede günde 20 koli cam şişe üretilmektedir. Çalışan işçi sayısı 2 misline, yani 30 kişiye çıkarsa üretim miktarı da 35 koliye çıkmaktadır. Yani işgücü istihdamı yüzde 100 artarken üretim yüzde 75 artmıştır. İşte bu işletmede üretimde emek için azalan getiriler bulunmaktadır. Öte yandan eğer üretim 40 koliye çıkmış olsaydı durum değişecekti. Yani işgücü istihdamı yüzde 100 artarken üretim de yüzde 100 artacaktı. Eğer böyle olsaydı üretimde emek için sabit getiriler bulunacaktı. Romer’a göre her firmada AR-GE harcamalarında yüzde 100’lük artış, üretimde de yüzde 100’lük bir artışa yol açacaktır. Ancak iş burada bitmez. Yeniliği yapan firma ve teknolojiyi geliştiren firma haricinde, diğer firmalar da bu değişimi – hiçbir masrafa girmeden- adapte ederler. Dolayısıyla bütün sektörde de üretim artışı aynı anda gerçekleşir. Yani tek bir firmanın yaptığı yenilik bir anda bütün ekonomiye yayılarak bütün ekonomide teknolojik yeniliğe yol açmaktadır. İşte bütün ekonomi açısından, AR-GE harcamalarında –tek bir firmanın yapacağı kadar- küçük bir artış, bütün ekonomide toptan bir üretim artışına yol açmaktadır. Bu yüzden toplam ekonomi açısından AR-GE harcamaları artan getirili bir üretim süreci içindedir.
Ne kadar hoş değil mi? Ama bu da, bütün masallar gibi hoş ve boştur. Romer’ın masalında, iki nokta öne çıkar: İlki, yapılan bütün AR-GE harcamaları olumlu sonuçlanır ve yapılan bütün üretim de satılır. Böylece, AR-GE harcamaları ile hem üretim kapasitesi hem de üretimde teknoloji düzeyi artar. İkincisi, diğer firmalar yapılan yeniliği anında hiçbir maliyete girmeden uygular, çünkü bilgi ve teknoloji bir kamu malıdır.
Gerçekte işler nasıldır? İlkönce her AR-GE harcamasının olumlu sonuçlanması mümkün değildir. Teknolojisi, üretim kapasitesi ve üretimde nasıl kullanılacağı belli olan makinalara yapılan yatırımın bile, ne kadar kâr (yahut zarar) getireceği belirsizken, ne olduğu, üretime ne tür bir katkı yapacağı ve nasıl kullanılacağı hakkında kesin bir bilgi olmayan ve daha önce de var olmamış bir ürün veya tekniğin yatırımında belirlilik olur mu hiç? Kaldı ki, yatırım başarılı olsa bile ne kadar süre sonra hayata geçirileceği de meçhuldür. Bir AR-GE harcaması 6 ayda da sonuçlanır, 10 senede de sonuçlanır. Pekiyi, böyle büyük bir çaba, emek sonunda ne kadar para harcanacaktır? Esaslı bir teknolojik değişim için yüz milyonlarca Törkiş Lira harcamak gerekir. Pekiyi ne kazanılacağı belli midir? Meçhul… O zaman hangi firmalar ve ne için AR-GE harcaması yaparlar? Çok büyük mali sermayesi olan firmalar, içinde bulundukları piyasadaki rakiplerinin pazar payını almak ve daha yüksek kâr etme ihtimalini hayata geçirmek için AR-GE yatırımı yaparlar. Ama Romer Hocamız’a göre, bir teknolojik yeniliği anında diğer firmalar da uygulayacağı için, pratikte, yenilik yapan firmanın bundan hiçbir kazancı olmayacaktır. Ne yani, Romer Hoca’mıza göre, firmalar insaniyet namına mı yatırım yapmaktadırlar? Tabii ki, hayır.
Pratikte, AR-GE harcamaları için bütçe ayıran firmalar dev küresel firmalardır. Bu harcamalar için büyük oranda bilim insanının istihdam edildiği dev AR-GE fabrikaları kurulur. Gelişmekte olan ülkelerin tamamını alırsak, bu tarzda yatırımları yapabilecek finansal güce sahip firmalar bir elin parmaklarını geçmez. Ancak, genelde mühendislik tedrisatı alıp, ABD’de devşirilerek iktisatçı gibi sunulan bazı meslektaşlarımız “Fen Liseleri açalım, genetik mühendisleri, nano mühendisler yetiştirelim. Girişimci ruhunu kasaplardan terzilere, esnaf lokantalarından işportacılara kadar yayalım. Bunları yaparsak Mercan yokuşundaki manifaturacı ağabeyimizin de çakrası açılacak ve nano teknolojili yanar döner kumaşlar yapıp zengin olacaktır.”, mealinde konuşmaktadırlar. Bunların hepsi palavradır. Yüksek teknolojili üretim yapacak bir planlamanız olmazsa, nitelikli işgücü ve beşeri sermayeyi istihdam edecek olanağınız yoksa, bunlar öyle veya böyle yurt dışına kapağı atar. Buna “beyin göçü” denmektedir ve şu an Türkiye’de hayata geçirilmektedir.
İstenilen şey şudur: Gelişmekte olan ülkelerde milli devletlerin kalkınma politikası uygulaması istenmemektedir. Özelleştirme ve saire yoluyla devletin politika gücü kırılır. Romer gibilerinin yazdıklarını bahane göstererek, piyasanın girişimci ruhu ile teknolojiyi kendinden geliştireceğini iddia edilir. “Yeter ki, eğitimli insan yetiştirelim.”, denir. Bu eğitim, ağırlıklı mühendislik ve teknik alanlarda olmalıdır. Zinhar, sosyal bilimci yetiştirilmemelidir, yetiştirilse bile onları istihdam edecek milli kalkınma politikası da uygulanmamalıdır. Günün sonunda bu insanlar devşirilmek üzere emperyalist gücün merkezine çekilir. Bizim gibi ülkelere de niteliksiz işgücünün yoğun olarak kullanıldığı orta teknolojili endüstriler kalır. Onu da kendi başımıza yapmamız müsaade edilmez. İlla bir yabancı ortak araya sokuşturulur.
Bu model gelişmiş ülkeler için büyüme modelidir, doğru. Ama gelişmekte olan ülkeler için de büyüyememe modelidir. Romer’e ödül verilirken neyin amaçlandığı ve neyin propagandasının yapıldığı anlaşılmaktadır.
Neyse laf uzadı… Nordhaus da diğer yazıya kalsın.
Prof. Dr. D. Murat DEMİRÖZ 29 Eki 2018
Bu köşe yazısı Türkiye’nin en genç gazetelerinden Yeni Birlik‘te yazılmıştır. Eğer köşe yazarının yazısıyla ilgili düşüncelerinizi paylaşmak istiyorsanız aşağıdaki yorum kısmından yazabilirsiniz.
Yeni Birlik Gazetesi’ni Gazete Bayilerinden Temin Edebilirsiniz.