1960″lı yıllar Marksist ve Liberal beklentilerin aksine, modernleşme, devletleşme ve milli devlet oluşturma akımlarına sahne oldu. Ernest Gellner 1969″da “etnik kimlik” ile “kültür” arasındaki farkı şöyle tanımlar: “Milliyetçilik bir ulusun kendi irk bilincine geri dönmesi değil, olmayan bir ulusu yaratabilme kapasitesidir.” Hechter”e göre; etnik kimlik sosyal kimliktir ve ortak kültür, ortak tarih veya ortak ırka dayanabilir. Bu bağlamda etnik kimlik sübjektiftir. ( DeVos 1975, Enloe 1973, Patterson 1975) Etnik kimlik, ırk temeline ilk kez 1985 yılında Horowitz ile dayandırılmıştır. Wolf (1988)”da, ortak biyolojik miras ile kültürel mirası eş tutmuştur. 1990″lı yıllara geldiğimizde, etnik ideolojilerin tamamen ırk kökenine indirgenmeye başlandığını görüyoruz . (Hollinger 1997).
Etnik kimlik tanımlamalarında, kavramlar üzerinde bir anlaşma yoktur veya tanımlar zamana ve günün belirlediği sosyo-ekonomik, sosyo-politik anlayışa göre değişebilmektedir.
Kültürel miras kavramı, tarihsel ve genetik miras kavramlarından farklı, tamamı ile öznel bir kavramdır ve bu miraslardan hangisinin benimseneceği ulusal bir tercihtir. Türk Milleti bu seçimi Atatürk ile birlikte başlayan süreçte yapmıştır. Bu anlayışa göre, kendisini Türk olarak tanımlayan herkes Türktür. Türkiye de “etnicity” kavramının tamamı ile biyolojik kökene oturtulmaya çalışıldığı son bir kaç yıllık süreçte, farklı ırkların oluşturduğu ortak kültür, tarih ve mirasın kasıtlı olarak reddedildiğini görüyoruz. Bu bağlamda uzlaştırıcı, ortak tarih ve mirasa dayalı bir Türk milliyetçiliğinin karşısında ırk temelini esas alan ayrılıkçı Kürt milliyetçiliği dayatmalarının mantığı nedir? Günümüzün karmaşık toplum yapısında kültür, hem ortak hem de ayrışan yanları olan toplulukların oluşturduğu, bir yandan süreklilik gösterirken diğer yandan değişimi de içeren bir olgu değil midir? Böyle bir yapı içerisinde “etnik” tanımının basitçe genetik kökene indirgenmesi, küreselleşmenin suni dayatması değil de nedir? “Ethnicity” kavramını ırk temeline indirgeyen bu yeni küreselleşme anlayışı, ulus devlet modellerinde, etnik gruplar arasında çıkar çatışmalarına yol açarak düşmanlığı körüklemekte ve böylece politik ve ekonomik istikrarı tehdit etmektedir. Ancak tüm bu olumsuzluklara karşın, “çok etnik yapılı toplum” savı dayatılmaktadır. Bu savın destekçileri, birlikte yaşamanın, çalışmanın, ortak tarihi geçmişe sahip olmanın getirdiği tamamı ile kendiliğinden oluşan doğal asimilasyonu bilinçli olarak göz ardı etmektedirler. Bu kültürel dönüşüm, çoğunluk kültürünün azınlık üzerine dayattığı bir asimilasyon değil, eğitimin, birlikte yaşamanın, kader birliği etmenin getirdiği doğal bir sosyal dönüşümdür.
Kymlicka”nın ünlü “çok kültürlü vatandaşlık” isimli çalışmasında (1995), günümüz ülkelerinin çoğunun, kültürel farklılıklar gösteren 5000 etnik grubun yaşadığı ve 600 dilin konuşulduğu yerler olması nedeni ile en uygun çözümün, çok kültürlülüğü tanımak olduğu iddia edilmektedir. Kymlicka”nın bu popülist çalışması, bugün kültürel emperyalizmin el kitabidir. Kymlicka”nın bu eserine ırk ile kültürü birbirine karıştırdığı ve öznel bir yoruma vardığı eleştirisi getirilmektedir. Böylece, dayatma tanımlar ile ortak kültüre dayalı ve ortak geçmişi olan, ancak farklı genetik yapılara sahip toplulukların yaşadığı birçok ülke, çok kültürlü bir geleceğe zorlanmaktadır. Tarihçi Hollinger 1995″de yaptığı bir çalışmada çok çarpıcı sonuçlar ortaya koyar. Hollinger e göre çok kültürlü Amerikan toplumu, 20. yüzyılın başlarında, bugüne kıyasla daha çok kültürel farklar göstermektedir. Dr. Francis”e göre ise “çok kültürlülük”, üzerinde çalışılması gereken sosyolojik bir olgu değil, politik gücü ele geçirmeye ve mevcut kültürü yok etmeye, gerçeği susturup yalanı korumaya yönelik bir taktiktir, dolayısıyla da teorileştirilemez. Doğal asimilasyon ve bütünleşme sonucu etnik grupların ortak tarihsel ve kültürel miras sahibi olduğu ülkelerde, dayatma ile bu ortak kültürden uzaklaştırma çabaları, kanlı eylemler ve ırklar arası çatışmalara yol açacak şekilde desteklenmektedir. Çok kültürlülük dayatmalarının bir sonraki aşaması ise “politik tanınma”dır. Lopez, 1997″deki çalışmasında, çok kültürlülüğün, etnik grupların genel talebi olmayıp, kültürel farkların azalmasından rahatsız olan etnik elitin ve politikacıların dayatması olduğunu söyler ve böylece ortaya çıkan sonucu, zorlama bir ideoloji olarak adlandırır. Çok kültürlülük ideolojisi, kültürel farkları abartarak, suni bir küresel kültürel asimilasyon yaratmaktadır. Ekonomik ve kültürel küreselleşme sürecinde tutkal görevi gördüğünü zanneden “Ilımlı İslam İdeolojisi”, Kürt etnik milliyetçiliğine arka çıkarak ve siyasi platforma taşınmasını destekleyerek, Türk kültüründeki hoşgörüyü “teslimiyetçilik” boyutlarına taşımıştır. Osmanlı toplum yapısının dayattığı çok etnik gruplu, çok-kültürlü, çok-dinli ve doğal asimilasyonu gerçekleştirememiş bir anlayış, bugün bile politik istikrarsızlık nedeni olmaya devam edebiliyor.
Yeni ılımlı İslam anlayışındakilerin veya yeni Osmanlı oluşumunda yer alanların anlaması gereken nokta, kültürel küreselleşmenin dayandığı en büyük desteğin İslam düşmanlığı olduğudur. Bu bağlamda, küresel emperyalistler açısından etnik ve dini hoşgörü yalnızca toplumsal geçiş süreçlerinde kullanılan bir araçtır. Amaç ise, kültürel küreselleşmeyi sağlamaktır. Bu mantık çerçevesinde bakıldığında, Güneydoğu Anadolu ve Doğu Anadolu”da Kürt elitin dayattığı kültürel hakların tanınması talebinin gerçek yüzü daha iyi görülebilir. Güneydoğu ve Doğu Anadolu, Türk Milleti için Kürt ayrılıkçılarının ve dolayısı ile de küreselcilerin insafına terk edilemeyecek kadar önemlidir. Ortadoğu”da su, petrolden daha önemlidir ve suyu kontrol edenin “veto hakki” vardır.
Yine bu bağlamda, Türk kültürüne “Anadolu kültürü” gibi miyop bir anlayışla yaklaşanların da, kültürel küreselleşmeye hayır demenin tek yolunun, kendi küresel kutbunu yaratmaktan geçtiğini algılaması gerekir. Nasıl ki Atatürk Milliyetçiliği, Türkiye”nin çağdaşlaşma projesinde en önemli faktör olmuş ise, Türk kültür milliyetçiliği ve bunun uzantısı olarak TURAN anlayışı da küreselleşen dünyada “Türk modeli” olmalıdır.
Nurhan TOGUÇ 18 Nis 2016
Bu köşe yazısı Türkiye’nin en genç gazetelerinden Yeni Birlik‘te yazılmıştır. Eğer köşe yazarının yazısıyla ilgili düşüncelerinizi paylaşmak istiyorsanız aşağıdaki yorum kısmından yazabilirsiniz.
Yeni Birlik Gazetesi’ni Gazete Bayilerinden Temin Edebilirsiniz.