İçimde bir ağırlık… Sanki tarif edemediğim, adını koyamadığım bir şey bu. İşte o sensin, Hüzün.
Öyle sessizce geliyorsun ki, bir kelebeğin kanadı değse ancak bu kadar olur. Ama bıraktığın iz, derin bir denizin dibindeki o sonsuz sessizlik gibi. Nedenini sormayı bıraktım artık. Sanki sen, var olmanın bir parçasısın. Tıpkı nefes almak gibi, kalbimin her atışı gibi… Ama her atışta ince bir sızı bırakıyorsun içimde.
Bazen eski bir şarkının bir mırıldanması, solmuş bir çiçeğin düşen yaprağı ya da çocukluğumdan kalma bir oyuncak seni içimde yeniden canlandırıyor. O an, sanki dünya duruyor ve ben, kırık bir aynadan geçmişin hayaletlerine bakıyorum. Kayıp giden zamanın hüznü mü bu, yoksa ulaşamadığım hayallerin burukluğu mu? Bilmiyorum ki. Bildiğim tek şey, gözlerim doluyor ve içimde kocaman bir boşluk açılıyor.
Seni uzaklaştırmak için ne kadar uğraşsam da, sen daha da derinlere iniyorsun. Sanki ruhumun en hassas yerine kurulmuş bir tahtın var. Belki de seninle savaşmak yerine, kendimi sana bırakmalıyım. Belki bu gözyaşları, içimdeki o görünmeyen yarayı temizliyor. Belki de bu acı, ruhumu daha şefkatli, daha anlayışlı yapıyor.
Şimdi, bu dağınık satırlarda sana yer veriyorum. Her kelime, titrek bir mum ışığı gibi… Belki bu içimden gelen fısıltılar, kalbimin en gizli köşesindeki o derin yaraya biraz olsun iyi gelir. Belki de sadece varlığını hissetmek, onu sevgiyle kucaklamak, bu kırılgan duyguyla barışmanın en nazik yolu.
Ve biliyor musun sevgili hüzün? Belki de sen, beni daha duyarlı, daha insan yapan o ince çizgisin. Belki de sensiz, hayatın sevinci de bu kadar derin olmazdı, kim bilir.