Hayatın ucunda yalnızlık kaçınılmaz

Hayatın ucunda yalnızlık kaçınılmaz

BİLGE ÇEVİK

İnsan çok sevdiği birini uzun bir hastalıktan sonra kaybederse hem üzülür, hem de rahatlar. Sonra da hayatında bir boşluk hisseder. Çünkü giden yaşamında önemli bir yer dolduruyordur. Onun derdi senin derdin olmuştur. Gün boyu onunla uğraşırsın, iyi olsun, kendini daha iyi hissetsin diye… Sonra günün büyük bir bölümünü kaplayan o zaman dilimi boşalıverir. Gitmiştir, kendini çok yalnız, yapacak bir şeyi kalmamış hissedersin.” Bu satırlar Metin Celal’in bir babanın, oğlunun borcundan dolayı kaçıp gittikten sonra gelini Aslı ile aynı evde yaşam mücadelesini konu alan yeni romanı ‘Hayatın Ucu’nda da yer alıyor. Celal, kitabında kısaca şu mesajı veriyor: Kapital gerçekler, bizi bazen borç batağına sürükleyip bir anda sevdiklerimize karşı düşman yaparken, diğer taraftan da tıpkı çölde bulduğumuz bir vaha misali elele yaşam mücadelesi vereceğimiz insanları da karşımıza çıkartıyor. Metin Celal ile konuştuk.  

‘Hayatın Ucu’nda anlattığınız İstanbul’da yaşayan herkesin kendisinden bir şeyler bulabileceği bir hikaye olmuş. Böyle bir roman yazmak nereden aklınıza geldi? 

Kentsel dönüşüm projelerinin, yurdun dört bir yanında hızla yükselen TOKİ projelerinin dikkatimizden kaçması mümkün değil. Hepsi gözümüzün önünde yükseliyor. Orta sınıf ve özellikle dar gelirli insanlar bu sitelerde yaşamaya özendiriliyor, zaman zaman da zorlanıyor. Eşimizin, dostumuzun çoğunluğu şehir dışında olan sitelere taşındığını görüyoruz. Onların yaşamlarının nasıl değiştiğine şahit oluyoruz. Yani bu konunun dikkatimden kaçması zordu. Romanın diğer boyutuna gelince aile içi ilişkiler uzun zamandır gözlemlediğim, üzerinde düşündüğüm bir konu. Değişen yaşam biçimleri ve özellikle kentsel dönüşümün etkisi ile aile içi ilişkiler de değişiyor, gevşiyor, hatta kopuyor. Bu iki olgu kaçınılmaz şekilde birbirini çağırdı sanırım, sonuçta bu roman ortaya çıktı. 

Romanın karakterleri gerçek hayattan kişilere çok yakın, romanda öyle tabii… Gerçekten bir baba böyle olaylar yaşayınca bu kadar sabırlı olabilir mi? 

Oğlunu çok seven, hayatını ona adamış bir babadan söz ediyoruz. Böyle anne babalar çevremizde çok sayıda var. Çocuklarını o ruh haline, sadece kendini seven, önemseyen, kendi için yaşayan kişiler haline de böyle anne babalar getiriyor. Sonradan oğlum ya da kızım neden böyle oldu diye üzülüyorlar ama onlara böyle davranmaya da devam ediyorlar. 

Sedat, bir baba ve oğul öyküsünde fazla trajik bir karakter. Sedat’ın iyi yönleri neredeyse hikayede hiç geçmemiş… Aslı ise bir kadın karakter olarak başına gelenlerden onca şeye rağmen fazla pasif değil mi? 

Sedat babasına da, annesine de kendini çok sevdirmiş. Onların çocukları için yaptıkları fedakarlıklara yer yer romanda değindim. Maddi ve manevi ellerinde ne varsa vermişler. Dediğim gibi çocuklarını bu hale getiren onlar. Diğer yandan aşkla evlendiği bir karısı var. Arkadaşlarının da tavırlarını, iş ahlakını beğenmeseler de Sedat’ı sevdiklerini anlıyoruz. Bir tür sosyopat. Sosyopatlar ailelerine, çevrelerine nasıl davranıyorlarsa öyle davranıyor. 

Aslı, çok genç yaşta, üniversite öğrencisiyken Sedat’ın cazibesine kapılmış, aşık olmuş, onunla evlenmiş. Sedat’sız bir yaşamı olmamış. Sonuç olarak da İstanbul’un çok dışında bir sitede, kimseyle iletişim kurmadan gününü evden hiç çıkmadan, sürekli televizyon seyrederek ve kocasını bekleyerek geçiriyor. Haklısınız, Aslı fazla pasif görünüyor ama hayat zorlayınca harekete geçip kendi yaşam çizgisini belirleyecek ataklar da yapıyor. 

Türkiye’de özellikle İstanbul’da oluşan konut sisteminden bahsetmişsiniz. Romanınızda TOKİ’de yaşayan insanların aslında hiç mutlu olmadıklarını okuyoruz. Kitaptaki bu sonuca nasıl bir gözlem sonucu ulaştınız? 

Şehir merkezine üç vasıta değiştirip 36 durak geçip en az 2 buçuk saatte ulaşabileceğiniz bir mesafede oturuyorsunuz. Ailenizin diğer fertleri ile buluşmanız, bir kültürel etkinliğe, eğlenceye katılmanız büyük bir mesele. Gece bir yere gitseniz dönmeniz mümkün değil çünkü o saatte otobüs yok. Oturduğunuz sitede konu, komşu, arkadaş yok. Temel ihtiyaçları karşılayacak mekanlar da oluşturulmamış, bir bakkal, bir kahvehane, bir cami bulamıyor kahramanımız. Tuzunuz bitse tuz isteyemezsiniz, hasta olsanız, hastaneye gidecek taksi bulamazsınız. Sadece psikolojik olarak değil sosyal çevre olarak da yalnızlaştırılmışsınız. Böyle bir ortamda mutlu olunabileceğini sanmıyorum. Şehirdışındaki sitelerdeki yaşam dünya edebiyatında, diğer sanat dallarında, özellikle sinemada çok işlenmiş bir konu olsa da bizde pek fazla örnek bulmak mümkün değil. Ersan Üldes ve Barış Bıçakçı’nın yazdıklarını biliyorum. Birkaç belgesel, az sayıda araştırma var. Akademi de daha yeni ilgileniyor bu konuyla. Çok az tez yazılmış. Bu durumda gözlem, izlenimler, o sitelerde yaşayanların anlattıkları daha ağır bastı romanı yazarken.  


Hayatın Ucu Metin Celal Everest Yayınları 226 sayfa / 22 TL

Romanda bahsettiğiniz kişiler gerçekten ‘hayatın ucunda’ mı yaşıyorlar? Biz ne kadar hayatın ucundayız? 

Hayatın Ucu’nu iki farklı anlamda da düşündüm. Hem sosyolojik ve mekansal olarak, hem de psikolojik olarak. Aslında her iki durum da birbirini getirir sonuç olarak. Mekansal olarak hayatın ucundaysanız, kaçınılmaz olarak yalnızlaşırsınız. Tabii şehrin içinde, diğer söyleyişle hayatın ortasında yaşayanlar ne kadar farklı diyeceksiniz. Hepimiz sonuçta aynı ruh halindeyiz. Yalnızız. Ama ben şehrin merkezinde yaşayanların hiç değilse hayata erişilebilirlik diye bir rahatlığı olduğunu düşünüyorum. İsterlerse akrabalarını, dostlarını arayabilir, şehrin yaşamına katılabilir, gündüz ya da gece fark etmeden şehrin sunduğu kültürel, sosyal olanakları kullanabilirler. 

Yalnız kalınmışlık, terk edilmişlik, kandırılmışlık… Roman boyunca iyi karakterler mağlup… 

Kitabın sonunda Sedat’ı bekliyoruz ama gelmiyor… Neden bu romanda hep iyiler mağdur? 

İyiler bir yere kadar mağdur. Çünkü iyi niyetleri suistimal ediliyor. Hayatta iyiler hep kazanır diye bir kural olduğunu sanmıyorum. O daha çok ideallerimizde olan bir şey. Aksine çağımızda yaşananlar hep kötülerin kazandığını düşündürüyor. Diğer yandan sonuç olarak iyiler, yani baba ve gelin birlikte bir hayat kuruyorlar, kendi yollarında yürüyorlar. Bunu iyilerin kazanması olarak yorumlayabiliriz. Romanın sonunda Sedat gelse baba da gelin de kendi hayatlarını kuramaz, yine Sedat’ın anlattıklarına kapılıp romanın başındaki yaşamı, aynı evde iki yabancı olarak mutsuzluklarını sürdürürlerdi diye düşünüyorum. Yani değişen bir şey olmaz, sizin eleştirdiğiniz gibi iyiler yine kaybeder, kötüler de kazanırdı. Tabii bu benim yorumum. Her okur kendince farklı yorum yapacaktır. 

 

Exit mobile version