Gelecek mi Bize Gelir, Yoksa Biz mi Geleceğe Gideriz?
Gelecekle olan ilişkimiz üzerine düşünürken, belki de en önemli soru şu: Gelecek mi bize gelir, yoksa biz mi geleceğe gideriz? Benim savunduğum düşünce, geleceğin bize geldiğidir. Hayatın belirli bir düzeni ve akışı mevcutken, biz garip bir mekanizma olarak bu düzeni bozma eğilimindeyiz.
Duygusal yapımız, yarını düşünmemize, güzellikleri hayal etmemize ve korkularımızdan kaçmamıza neden olur. Ancak bazen, kaygılar içinde kabuğumuza çekiliriz. Günler birbirini kovalarken, kendi çarkımızı ve evrenin işleyişini bozabiliyoruz. Duygularımız karşısında bazen boyun eğmek zorunda kalıyoruz. Peki, bunun için ne yapmalıyız?
Huzuru bulmak adına, sabah uyandığımızda kuşların öten cıvıltılarını duyabilmemiz önemlidir. Hayatı güzelleştiren bu küçük detayları kabullenmek gerekir. Ancak insanoğlunun doğasında daha fazlasını arzulamak da var. Geleceğe dair düşüncelerimizi düzenlerken, belki de mutluluğu yakalamak için anı yaşamakta ısrar etmeliyiz.
Gelecek, belirsizliklerle dolu olsa da, bizimle etkileşim içindedir. Ne yaşayacağımızı anın içinde deneyimlemek gerekir. Bazıları bunu yazgı ile bağdaştırabilir; “kader” veya “evrenin yasası” diyebilirler. Kötü durumlarla karşılaştığımızda boyun eğmek, yaşamın bir parçası haline gelebilir. Ama ya iyiyse? O durumda da sadece göz ardı mı etmeliyiz?
Geleceğin sunduğu sürprizlere açık olmak, yaşamın anlamını bulmamıza yardımcı olabilir. Nasrettin Hoca’nın göle maya çalma hikayesini hatırlayalım: Hoca, bu girişiminin sonuçlarını bilemeyebilir. Ancak, denemeden bilemeyiz. Belki de hayat, risk almadan ilerlemez. Sonuç olarak, geleceğin belirsizliklerine karşı durmak yerine, anı yaşamak ve bunun farkında olmak önemlidir. İşte o zaman, gelecek bize gelir; iyisiyle kötüsüyle, sürprizlerle dolu bir şekilde.