Erdoğan ve Bahçeli ittifakı, Türkiye’yi başkanlık anayasası ile bir bilinmeze doğru sürüklüyor. Üstelik, ülkemizin iç savaş ve bölünme tehlikesi ile en ağır şekilde karşı karşıya olduğu bir dönemde başkanlık referandumu millete zorla dayatılıyor. Erdoğan bile 15 Aralık günü muhtarlara yaptığı konuşmada Türkiye’nin Suriye ve Irak gibi iç savaşa sürüklenmek ve bölünmek istendiğini ifade etmiştir. Bu kadar ağır bir tehdit ile karşı karşıya olan hiç bir ülke, sistem değiştirme riskine girmez. Üstelik Erdoğan bilmeli ki başkanlık için ısrar etmek, Türkiye’yi iç savaşa sürüklemek isteyenlere büyük bir fırsat verecektir. Türkiye, Erdoğan’ın başkanlığına karşı olanlar ve onun başkanlığını destekleyenler diye ikiye bölünmüş durumdadır. Türkiye’de kitlelerin bölünmüşlüğü artık gerçek anlamda bir millî güvenlik sorunu haline gelmiştir.
Bundan yıllar önce Yeniçağ’da yazdığım bir açık mektupta kitlelerin bölünmüşlüğünün bir millî güvenlik sorunu haline gelmekte olduğunu ifade etmiştim. Artık bu süreç büyük ölçüde tamamlandı. Birbirine kızgınlıkla bakan Erdoğan yanlısı ve karşıtı grupların içinde, Erdoğan’a taparcasına bağlı olanlar ve ölümüne nefret edenler var. Birisinin arkasında 15 Temmuz deneyimi, diğerinin arkasında Gezi deneyimi var. Sokak deneyimi olan kitlelerin sokağa çıkması kolaydır. Bütün bunlara iç savaş tahrikçilerinin son günlerde daha yoğun işitilen mezhepçi çığlıkları eklenmektedir.
Bütün bunlar olurken, Orta Doğu iç savaşının yaşandığı Suriye ve Irak’ta, sınırları değiştirmek isteyen Batı ve Batı’nın işlerini kolaylaştıran IŞİD başta olmak üzere Selefi Cihatçı örgütler, sadece Şia’ya değil, kafir olarak gördükleri Sünnilere de savaş açmış durumdadırlar. Nedense İsrail’e hiç dalaşmayan, İsrail’i gündemlerine dahi almayan bu tekfirciler, İstanbul’a “Konstantinopolis” diyerek fethedeceklerini ileri sürmektedirler. Orta Doğu iç savaşının dalgaları, kitle imha amacı taşıyan bombalı saldırılar ile artık şehirlerimizi kan gölüne çevirebilmektedir.
Üstelik kitleler birbirlerine bu kadar kızgınlık ile bakarken savunma ve güvenlik kurumlarımız ağır bir krizden geçmektedir. TSK; FETÖ ve AKP’nin darbeleri altında travma yaşamaktadır. Ordu içinde FETÖ’cü subay oranı hâlâ çok yüksek. Hava ve Deniz Kuvvetleri’nin durumu trajik. Kara Kuvvetleri’nin zamana ihtiyacı var. Özel Kuvvetler sokaktan adam topluyor. Kısaca ordumuz yeniden örgütlenmek için zamana ihtiyaç duymaktadır.
Ekonomimiz çok ağır bir krizden geçmektedir. Dış borç ancak yeni dış borç ile ödenebilmektedir. Şubat 2017’ye kadar ödenmesi gereken dış borç 38 milyar Euro’dur. Bir çok büyük firma batmanın eşiğine gelmiştir.
Özetle, Türkiye Cumhuriyeti; ordu, istihbarat, dış işleri ve ekonomisini hızla iyileştirmesi gereken bir süreçten geçmektedir. Böyle bir süreçten geçilirken ülkemizin önüne Ukrayna senaryoları koyabilecek bir politik sistem değiştirme girişimi büyük riskler taşımaktadır. Ülkemizin bugün her zaman olduğundan daha fazla millî birliğe ihtiyacı vardır. 15 Temmuz akşamı, %49 ile iktidara gelmenin iktidarda kalmaya yetmediğini, iktidarda kalmak için %100’ün desteğine ihtiyaç duyulan zamanlar olduğunu AKP’ye öğretmiş olmalı. Buna sadece 15 Temmuz gecesi değil, en az önümüzdeki 2 senede de ihtiyacımız var. Ben bunun alınmaması gereken bir risk olduğunu düşünüyorum ve başkanlık sistemi ile ondan önce referanduma, süreci taşıdığı risklerden ötürü karşı çıkıyorum.
Anayasa taslağına karşı çıkmamın ikinci nedeni, “Genel Gerekçe” bölümündeki temel yaklaşımdır. Hele bu yaklaşımda 1924 Anayasamıza hakaret edilmesi hiç kabul edilebilir değildir. Genel gerekçe birinci paragrafta şu talihsiz ifade yer almaktadır: “Ülkemizde anayasalar, toplum ve temsilcileri tarafından değil vesayetçi zihniyete sahip elitler tarafından, devleti sınırlamak için değil, toplumu hizaya sokmak için hazırlanmış metinler olmuştur.” 1961 ve 1982 Anayasalarının askeri darbeler neticesinde gerçekleşmiş olmasından ötürü eğer bu ifade sadece bu iki anayasa ile sınırlı olsaydı yukarıdaki ifadeye karşı çıkılmayabilirdi. Ancak, 1995, 2001 ve 2010 anayasa değişikliklerinde hangi vesayetçi anlayış hakim olmuştur? AKP, bu açıklaması ile ayrıca 1924 Anayasası’nı yapan, çok büyük bir bölümü İstiklal Harbi’mizin mimarı olan Meclis’in üyelerine de hakaret eden bir tutum sergilemiştir. Bu metni oluşturan kimselere şu söylenmelidir: “Tarihine bu kadar düşman olduğunuz bir ülkenin anayasasını oluşturma gayreti içerisine girmemeniz gerekir.”
Anayasa teklifine karşı çıkmamın üçüncü nedeni; demokratik düzenin temeli olan güçler ayrılığı müessesesi “Genel Gerekçe”de kendisine yer bulamamıştır. Anayasa Değişikliği Teklifi “Cumhurbaşkanı”nda birleşen bir güçler birliği (Güçlerin “Cumhurbaşkanı”nda birleşmesi durumunu) sistemini hedeflemekte, Meclis’in yetkilerinin önemli bir kısmını “Cumhurbaşkanı”na aktarmaktadır. Genel Gerekçe’nin 1961 Anayasası’nı değerlendiren üçüncü paragrafı, teklifi getirenlerin gözünde, güçler ayrılığı prensibinin bir zayıflık olarak değerlendirildiğini örtük olarak belirtmektedir. Bu durumda güçler ayrılığı müessesesi ancak “Madde Gerekçeleri” kısmına, Cumhurbaşkanlığı makamı hesabına yapılan yetki gasbını gizleyebilmek gayesiyle, uygunsuz bir şekilde girebilmiştir.
Erdoğan-Bahçeli anayasasına karşı çıkmamın dördüncü nedeni, anayasa değişikliğinin keyfi ve diktacı bir yönetim kurulmasına yol açacak olmasıdır. Böyle bir keyfi yönetim getirecek olan anayasa değişikliğinin, Türk toplumunun ulaşmış olduğu demokratik kültür seviyesi göz önünde tutulduğunda TBMM’den geçmesi mümkün görünmüyor. TBMM’den geçmesi durumunda ise Türk halkının referandumda “Burası Kuzey Kore, Hitler Almanya’sı, Saddam Hüseyin Irak’ı değil” demesi büyük bir ihtimal. Ancak, olağanüstü hal rejimi ve medyada muhalefeti susturup baskı politikaları ile referandumda “Evet” sonucu alınması durumunda da böyle bir anayasa ile Türkiye’yi uzun süre yönetmek mümkün değildir.
Bu noktada bu anayasa değişikliğine karşı çıkmamın beşinci nedeni, böyle baskıcı bir anayasaya karşı oluşacak tepki ile ülkemizin bir iç çatışma ve çalkantı sürecine sürüklenmesinin büyük bir ihtimal olmasıdır. Türk toplumunun büyük ölçüde kamplara ayrıldığı bir dönemde böyle bir anayasanın yürürlüğe girmesi, ülkemizin Ukraynalaşması sürecini tetikleyebilir.
Erdoğan-Bahçeli anayasasına karşı çıkışımın altıncı nedeni, bu keyfi yönetim anayasasının en önemli araçlarından yeni anayasada öngörülen “Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi” müessesine karşı çıkmamdır. Bu düzenleme ile 150 seneden buyana devlet geleneğimize hakim olan “İdarenin Kanuniliği” ilkesi ortadan kalkmaktadır. Ayrıca Cumhurbaşkanı bu yetki ile özerk bölge dahi kurabilmektedir. Cumhurbaşkanlığı kararnamesinin mevcut Anayasamızdaki kanun hükmünde kararnamelere paralel bir unsur olduğu düşünülebilse de yeni enstrümanın hayata geçmesi için yetki kanununa gerek olmaması akıldan çıkarılmamalıdır. Şu durumda yeni Cumhurbaşkanlığı makamı -kanunlarla çelişmeme kaydıyla- süresi kapsamı ve sayısı belirsiz şekilde yasama faaliyeti gerçekleştirebilecektir. Bu yetkinin Cumhurbaşkanına devletin biçimini istediği gibi belirleme imkanı veren 11., 14. ve 15. maddelerle birlikte düşünülmesi durumunda karşımıza akıl almaz bir güç yoğunlaşması çıkmaktadır.
Cumhurbaşkanlığı kararnamesi o kadar güçlü bir enstrümandır ve Cumhurbaşkanının yetkilerini o kadar artırır ki “Olağanüstü Hal Yönetimi” başlıklı 119. madde neredeyse gereksiz hale gelmiştir. “Neredeyse” diyorum; zira Cumhurbaşkanı ile TBMM arasında çatışma olması durumunda Meclis’e kalan azıcık imkânı ortadan kaldırmak gerektiğinde kolayca olağanüstü hal yönetimine geçilebilecektir. Olağanüstü hallerde çıkartılan Cumhurbaşkanlığı kararnameleri (olağan hallerde çıkartılan Cumhurbaşkanlığı kararnamelerinden farklı olarak) kanunla çeliştiğinde kanunları geçersiz kılabilmektedir. Olağanüstü hale geçiş kurumsal anlamda kimseye karşı sorumlu olmayan Cumhurbaşkanının kararı ile gerçekleşmektedir. Olağanüstü hallerde çıkartılan Cumhurbaşkanlığı kararnameleri Meclis’e sunulmadığı takdirde bir ay boyunca kanun etkisi üretebilecek, sonra kendiliğinden yürürlükten kalkacaktır.
Cumhurbaşkanı, Cumhurbaşkanlığı kararnameleri ile devleti yeniden kurabilmektedir. Anayasa Değişikliği Teklifi’nin 11. maddesinin son paragrafında mevcut Anayasamızın 106. maddesi şöyle değiştirilmiştir: “Bakanlıkların kurulması, kaldırılması, görevleri ve yetkileri ile teşkilat yapısı Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile düzenlenir.” Mevcut Anayasamızın 126. maddesine, Değişiklik Teklifi’nin 15. maddesinin son fıkrası ile “Merkezî idare kapsamındaki kamu kurum ve kuruluşlarının; kuruluş, görev, yetki ve sorumlulukları Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile düzenlenir” eki yapılmıştır. Mevcut Anayasamızın 126. maddesine, Değişiklik Teklifi’nin 14. maddesinin ikinci paragrafında: “Üst düzey kamu görevlilerinin atamalarına ilişkin usul ve esaslar Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle düzenlenir” emri eklenmek istenmektedir.
Erdoğan-Bahçeli anayasa taslağına karşı çıkmamın yedinci nedeni, değişikliğin Erdoğan’a başkan seçilmesi durumunda özerk bölge kurma hakkı veren düzenlemeler içermesidir. Bu hak Erdoğan’a veya bir başka başkana anayasanın idarenin bütünlüğü ve tüzel kişiliğini düzenleyen 123. ve merkezi idareyi düzenleyen 126. maddelerinde yapılması hedeflenen değişiklerle verilmek istenmektedir. Bu ise millî ve üniter devlet düzeni için büyük bir tehdit içermektedir.
Erdoğan’ın ve AKP’nin millî ve üniter devleti benimsemediği bilinmektedir. Bu duruşlarını 2013 senesinde değiştirilmesi teklif dahi edilemeyen ilk 4 maddenin değiştirilmesi için TBMM’ye verdikleri değişiklik talebi ile ortaya koymuşlardır. Daha birkaç yıl önce PKK ile müzakere sürecinde İmralı’da Öcalan ile ortak anayasa yazan, Habur’dan gelen teröristler için seyyar mahkeme kuran AKP’nin, bugün üniter ve millî devleti kabul ediyor gibi görünmesine güvenilemez. Başkanlık sistemi kurulduktan sonra ilk iş olarak HDP ve PKK ile yeni bir müzakere süreci başlatacaklarını tahmin etmek zor değildir.
Millî ve üniter devlet olarak kurulan Türkiye Cumhuriyeti’ni siyasal ümmetçi duruş açısı ile hiçbir zaman benimsemeyen, her fırsatta Türk Milleti’ne ve millî-üniter devlet anlayışına karşı olduğunu gösteren bir politik zihniyet, fırsatını bulduğu anda Türkiye’yi hızla federasyona ve bölünmeye sürükleyecektir.
Erdoğan’ın federasyonu düşündüğü, eyalet modelini savunduğu gizli bir husus değildir. Erdoğan’a başkan seçilmesi durumunda bu doğrultuda adım atmasını sağlayan düzenleme, Anayasa’nın 123. maddesinin üçüncü ve 126. maddesinin ikinci fıkrasının yürürlükten kaldırılması ve yeni bir fıkra eklenmesi ile mümkün hale gelmiştir. Anayasanın 2. ve 3. maddesindeki millî ve üniter devlet anlayışı ancak halihazırdaki 123. ve 126. maddeler ile anlam kazanmaktadır.
123. madde devlet teşkilatının düzenlenmesini sağlayan bir maddedir. Madde mevcut hali ile şöyledir: “İdare kuruluş ve görevleriyle bir bütündür ve kanunla düzenlenir. İdarenin kuruluş ve görevleri, merkezden yönetim ve yerinden yönetim esaslarına dayanır. Kamu tüzelkişiliği, ancak kanunla ve kanunun verdiği yetkiye dayanılarak kurulur.” Bu madde 3. fıkrasında yapılan değişiklikle şu hale getirilmek istenmektedir: “İdare kuruluş ve görevleriyle bir bütündür ve kanunla düzenlenir. İdarenin kuruluş ve görevleri, merkezden yönetim ve yerinden yönetim esaslarına dayanır. Kamu tüzelkişiliği, kanunla veya Cumhurbaşkanı kararnamesiyle kurulur. Üst düzey kamu görevlilerin atamalarına ilişkin usul ve esaslar Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile düzenlenir.” Böylece Cumhurbaşkanı kararnameler ile devletin esas teşkilatını kurma yetkisine kavuşacaktır.
126. maddenin eski hali ise şöyledir: “Kamu hizmetlerinin görülmesinde verim ve uyum sağlamak amacıyla, birden çok ili içine alan merkezi idare teşkilatı kurulabilir. Bu teşkilatın görev ve yetkileri kanunla düzenlenir.” Değişiklikle madde şu hale getirilmek istenmektedir: “Kamu hizmetlerinin görülmesinde verim ve uyum sağlamak amacıyla, birden çok ili içine alan merkezi idare teşkilatı kurulabilir. Merkezi idare kapsamındaki kamu kurum ve kuruluşlarının; kuruluş, görev ve yetki ve sorumlulukları Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile düzenlenir.”
Bu değişikliğin gerçekleşmesiyle TBMM’de herhangi bir tartışmaya izin verilmeden, devletin kurumsal yapısını bölgesel zeminde yeniden kurma imkânı ortaya çıkarmaktadır. Bu değişiklik Erdoğan’a Güneydoğu Anadolu’da mesela 10 vilayeti içine alan bir özerk bölge oluşturma imkânı verecektir. Buna yerel yönetimlerin yetkilerinin artırılması kılıfını giydirmek hiç de zor değildir. Esasen MİT Müsteşarı Hakan Fidan, Oslo görüşmelerine katıldığı zaman kendi katılımından önce yapılan görüşmelerde %90-95 oranında uzlaşıldığını ifade etmiştir. PKK ile yapılan müzakerelere göre ilk aşamada sözde üniter devlet modeli içinde yapılacak bu düzenleme daha sonra anayasanın ilk dört maddesinin değiştirilmesi ile federe bölgeye dönüşecektir.
“Başkan Erdoğan”ın tek başına yapabileceği bir özerk bölge değişikliğinin TBMM’den çıkma ihtimali yoktur. Çünkü kamuoyu derhal ayağa kalkacak, AKP geri adım atmak zorunda kalacaktır. Ancak anayasanın 123. ve 126. maddelerinde yapılan böyle bir düzenlemeden sonra Türkiye bir sabah uyandığında Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile özerk bölgeyi veya bölgeleri kucağında bulacaktır. Aslında bu madde değişiklikleri Erdoğan’a başkan seçilmesi durumunda devleti tekrar kurma imkanı vermektedir.
Türkiye Cumhuriyeti devletini Gazi TBMM kurmuştur. Devlet teşkilatı TBMM’de yapılan ciddi tartışmalar sonunda kurulmuştur. 123. ve 126. maddelerde yapılarak Erdoğan’a verilmek istenen yetkilere İstiklal Harbi’nin Başkomutanı ve Cumhuriyetin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk bile sahip olmamıştır.
Erdoğan-Bahçeli anayasa değişikliğine karşı çıkışımın sekizinci nedeni, Anayasa değişikliğinin ruhunda Cumhurbaşkanının açık bir şekilde TBMM’ye üstünlüğünün kurulmak istenmesidir. Örneğin, Meclis’in, seçimleri ancak 3/5 çoğunlukla, Cumhurbaşkanının ise koşulsuz olarak yenileyebilmesi teklif edilmektedir. Bu talep, güçlerin dengelenmesi değil, Meclis’in açıkça etkisizleştirilmesidir. “Bütçe kanununun süresinde yürürlüğe konulmaması halinde, bir önceki yılın bütçesi yeniden değerleme oranına göre artırılarak yürürlüğe konur” ifadesini içeren 18. madde, TBMM’nin bütçeyi onaylamamak suretiyle Cumhurbaşkanını denetlemesini bile imkânsız hale getirmektedir.
Erdoğan-Bahçeli anayasa değişikliğine karşı çıkmamın dokuzuncu nedeni, değişiklik ile TBMM’nin Atatürk’e vermediği yetkiyi Erdoğan’a vermek istemesidir. Anayasa değişiklik taslağında, Cumhurbaşkanı “Türk Silahlı Kuvvetleri başkomutanlığını temsil edecektir” ifadesi kullanılmaktadır. Dolayısıyla “Türkiye Büyük Millet Meclisi adına Türk Silahlı Kuvvetlerinin başkomutanlığı temsil eder” maddesi değiştirilmek istenmektedir. Bu değişiklik ile TBMM, başkomutanlık görev ve yetkisini kaybetmektedir. Oysa, TBMM 1924 Anayasası’nda bu yetkiyi Mustafa Kemal Atatürk‘e vermemiştir. TBMM Anayasa Komisyonu, 6 Nisan 1924’te TBMM Genel Kurulu’na başkomutanlık ile ilgili şu teklifi getirmiştir: “Berri, bahri ve havai bilcümle kuvvetlerin başkomutanı Reisicumhura mevdudur.” TBMM bu teklifi reddetmiştir ve 1924 Anayasası Başkomutanlığı şöyle düzenlemiştir: “Başkomutanlık TBMM’nin şahsiyeti maneviyesinde mündemiç olup Reisicumhur tarafından temsil olunur. Kuvayi harbiyenin emir ve komutası hazarda kanunu mahsusuna tevfikan Erkanı Harbiye umumiye riyasetine ve seferde icra vekilleri heyetinin inhası üzerine Reisicumhur tarafından nasbedilecek zata tevdi olunur.” 1924’deki TBMM, 2016’daki TBMM’den daha demokratik koşullara sahip olduğu için milletvekilleri, Mustafa Kemal Atatürk‘ün başkomutanlığını reddedip maddeyi kendileri düzenleyebilmişlerdir. 2016 yılında ise milletvekillerinin büyük bir bölümü milletten aldıkları vekaleti suistimal ederek görmedikleri bir metnin altına imza atmışlardır. Bu değişikliğin Genel Gerekçesi‘nde ileri sürülen geçmiş anayasaların antidemokratik ruh taşıdıkları iddiası böylece kendiliğinden yalanlanmış olmaktadır.
Özetle, bilinçli yaşamının tamamını bir Türk Milliyetçisi olarak geçirmiş, bozkurttan başka hiçbir dernek rozeti, üç hilalden başka hiçbir parti rozeti yakasına takmamış bir Türk olarak Türkiye’nin bölünmesinin, Türk milletinin ezilmesinin zeminini açan ve devletin kurucusu büyük Türk milliyetçisi Mustafa Kemal Atatürk‘e verilmeyen yetkileri Erdoğan’a veren bir anayasa taslağına imza atmayacağım.
Hiçbir makam, mevki ve vaat beni Türk Milleti’ni ve Türk Devleti’ni felakete götürebilecek bir sürecin parçası yapamaz. Aksine, bir iki televizyon kanalı dışında bütün televizyon kanallarının ambargo uyguladığı; bir iki gazete dışında gazetelerin sayfalarını baskılardan ötürü kapattıkları bir dönemde önce yeni anayasa teklifinin TBMM’de 330’un altında kalarak geçmemesi için elimden geleni yapacağım. Bu hususta arkadaşlarım ile birlikte başarısız olursak, bütün Türkiye’yi dolaşarak şehir şehir, ilçe ilçe; köylere kadar yetişebildiğimiz her yerde, milletimize bu değişikliğin Türkiye’yi nereye sürükleyeceğini anlatacağım.
Henüz kamuoyu önünde görüşlerini açıklamamış olan 35 MHP milletvekili, Erdoğan’a; 1) Türkiye’yi özerk bölge üzerinden federasyona götüren bir süreci gerçekleştirmesi, 2) Otoriter bir rejim kurması, 3) Atatürk‘ün sahip olmadığı yetkilere sahip olması için gereken gücü verecek midir?
Gerçek bir Türk milliyetçisinin, Ülkücü Hareket’e mensup bir insanın İstiklal Harbi’nin sonunda kurulan millî ve üniter devleti tasfiye edecek bir sürece ortak olmayacağına inanıyorum. MHP milletvekillerinin Türkiye’nin birliği uğruna binlerce gencini şehit veren bir hareketin mensupları olarak, ciğerleri şişirilerek şehit edilen Dursun Önkuzu’yu, kendi kanının oluşturduğu gölde şehit olan Recep Haşatlı’yı unutmadan, Atatürk-Türkeş çizgisine ihanet etmeyeceklerine inanıyorum.
Hiçbir makam ve mevki vaadinin, hiçbir vefa duygusunun onları, Türkiye’nin özerklik-federasyon-parçalanma çizgisinin suç ortakları haline getiremeyeceğine inanıyorum. Hiç bir Türk milliyetçisinin bu kara lekeyi çocuklarına ve torunlarına miras olarak bırakmayacağına inanıyorum.
Yazara ait yayınlanan son makaleleri gazete bayilerinden Yeni Çağ Gazetesi satın alarak okuyabilirsiniz.