LİKYA BADEMCİ-İSTANBUL
Japonya ve Uzakdoğu edebiyatı kaçınılmaz çeviri güçlüğünü göz önüne aldığımızda okurlar için şimdiye dek hep bir tık uzakta kalmıştı. Haruki Murakami, son yıllarda bu tabunun yıkılmasında büyük etkiye sahip. Çok satanların demirbaşı Murakami ile ivme kazanan Japon edebiyatı çevirileri Kazuo Ishigoro, Cuniçiro Tanizaki, Kenzaburo Oe, Kanae Minato gibi yazarlardan da arasında olduğu hakkı yenmiş bir keşfin kapılarını araladı. Çok daha yaygın bir etki alanına sahip Batılı edebiyatın karşısında kendine has kültürel tarihi, politikası, felsefesi ve değerler sistemiyle okurlara yepyeni dünyalar vadeden Japon edebiyatının son yıllarda yükselen ismi Fuminori Nakamura’nın Türkçe’de yayınlanan ikinci kitabı ‘Şeytan ve Maske’ de kesinlikle dikkat çekenler arasında.
İlk romanı ‘Hırsız’ ile Japonya’nın en prestijli edebiyat ödülü Kenzaburo Oe’ye layık görülen Nakamura, bu kitabında Tokyo sokaklarında gezinen ‘sıradan’ bir yankesicinin büyük bir soygun girişimi ile seyri değişen hayatını anlatıyordu. Nakamura, bu kez aile bağlarını başlangıç noktasına koyuyor. Polisiye gerilim türüne özgün bir boyut eklediğini rahatça söyleyebildiğimiz Nakamura’da salt bir gerilim romanıyla karşı karşıya kalmıyorsunuz. Gizemlerle dolu aile sırları bir bir ortaya çıkarken bu aynı zamanda bir iktidar ve kapitalizm eleştirisine de dönüşüyor.
Hikayenin en başına dönecek olursak, henüz 11 yaşındayken çok yaşlı babasının odasına çağırmasıyla bir lanet olarak dünyaya getirildiğini öğrenen Fumihiro Kuki, nesillere yayılan bir aile geleneğinin de son halkasıdır. İş dünyasında oldukça önemli güce sahip aristokrat Kuki ailesi görünüşte sadece ticaret yapıyorsa da aslında yüzyıllara yayılan bir ‘kirli işler’ imparatorluğunun tahtına kurulmuştur. Fumihiro’nun babasının içindeki nefreti ölmeden önce en küçük oğluna vasiyet ettiği konuşması kapıdan giren küçük kız çocuğu ile daha da anlam kazanır. Bembeyaz elbisesinin içinde adeta masumiyetin simgesi olarak Fumihiro’nun hayatına giren Kaori babası için söz konusu planın kilit ismidir.
Peki nedir bu plan? Bunu kitabın başında henüz bilmeyiz. Ancak herkesi ‘dünyaya geldiğine pişman edecek ya da en azından, bu dünyayı erdem ışıltılarının yok olduğuna ikna edebilecek bir varlık’ yetiştirmeye ant içmiş bir adam, kendi rehberliğinde kusursuz bir caniye dönüşecek olan Fumihiro’ya 14 yaşına geldiğinde cehennemi yaşatacağının sözünü verir. 15’inde bir kere daha, 16’sında iki kez daha. 18’ine geldiğinde hayatına dair bambaşka bir hakikatle yüzleşecektir. Her biri daha o doğmadan planlanmış bu kehanetler silsilesinin amacı kötülüğe buladığı bu yeniden doğanı içindeki kötülüğü başkaları üzerinde uygulamak arzusu ile yanıp tutuşan bir zalime dönüştürmektir.
Kendi türünü öldürmek dediğimiz şey insan ırkına mahsus. Doğadaki diğer canlılara baktığınızda açlık ya da çiftleşmek gibi en basit dürtüler için dahi olsa kavga eden aynı cinsten iki hayvandan birinin yenilgiyi kabul edip arkasını dönüp gitme diğerinin ise kurduğu üstünlükle yetinip asıl amacı olan yemeğine ya da dişisine yönelip diğerini azat etme refleksine sahip olduğunu görüyoruz. Bunun söz konusu olmadığı tek tür insan. Öldürmek için bazen bir sebebe bile ihtiyaç duymayabilecek kadar irrasyonel. Fumihiro’nun babası kendisi de bir katil olarak bunu çok iyi biliyor. Oğlunu da bu motivasyonla yetiştirmeye kararlı. Fakat bilmediği şey henüz çocuk diye küçümsediği oğlunun çoktan bir katil ruhuna sahip olduğu.
Kaori’ye duyduğu aşkın masumiyeti onu iyi bir insan yapmaya yeter mi yoksa içindeki kötülüğü beklenenden erken mi ortaya çıkarmasına sebep olur? Peki, bir kere katil olduktan sonra aynı insan olarak tekrar mutlu olabilmek mümkün mü? Gerçek bir mutluluk ölümü meşrulaştırmaya yeter mi? Bu ve bunun gibi soruları metnin tabanına yayan Nakamuro’nun geçmiş ve şimdi arasında zigzaglar çizen anlatısı terör örgütü eylemleri ile ulusal boyuta taşınıyor. Gitgide daha da çetrefilli hale gelen ‘Şeytan ve Maske’ ise aynı zamanda sarsıcı bir kapitalizm eleştirisine dönüşüyor.