Kafamda bir ütopya tasarladım; insanların kafeslere tıkılıp, hayvanların özgürce dolaştığı. Bu ütopyayı ilk tasarladığımda sınıfıyla birlikte hayvanat bahçesi gezisine katılan yaklaşık sekiz yaşlarında bir çocuktum üstelik, ancak yine de o kafeslerde yanlış canlıların hapsedildiğini anlayabilecek bilinçteydim. Çünkü dikkatli bir gözlemci olmayı bırakın, etrafına rastgele göz gezdiren birinin bile düşleyebileceği kadar basit bir ütopyaydı bu. Çünkü kaç yaşında olursanız olun, masum bir çift göz size her şeyden habersiz bakarken, onun yerinde olması gereken vahşi bir insanın fotoğraflar çektiğini görmek, size bir şeylerin yanlış olduğunu hissettirirdi. Bunu sekiz yaşlarında bana düşündüren şey, kızdırdığı lamaya karşılık olarak tüküren bir insana kahkahalar atan diğer sözde insanlardı. Ve bugün, yirmi yaşımda da beni aynı düşünceye iten şey, bir kediyi tekmeleyerek öldüren bir katil, bu cinayeti savunan bir avukat, iyi hal indirimi uygulan bir ceza hakimi, ‘oh’ çeken bir baba ve kutlama yapan bir eş oldu. Tüm bunların karşısında tüyleri ürpermeyen her bir insanın yeri de, başta bu cinayetin ortakları olmak üzere, kafes değil; en ufak bir güneş ışığı dahi sızdırmayan hücrelerdir. Ancak kimse olması gereken yerde, yaşaması gereken koşullar altında değil. Katiller aramızda başı hepimizinkinden daha dik bir şekilde dolaşıyor, doğanın nimetlerinden hepimizden daha fazla faydalanıyor, diğerleri de meslek adı altında bu katilleri en ufak bir vicdani rahatsızlık duymadan savunarak ceplerini parayla dolduruyor, adalet hiçbir zaman yerini bulmuyor ve gerçek dünyanın özeti de budur.
kevser mikeladze