Balaban kendi doğduğu köyde, Bursa Osmangazi Seç köyünde Anadolu toprağına verildi. Evet, topraktan doğdu ama resimlerine bakarsak, Anadolu güneşinin ressamıydı. Işık vardı renklerinde, sıcaklık vardı. Çiftçiler o sıcakta çapa sallıyor, ter döküyorlardı. İnsanların içtenliğinde o sıcak vardı. Yeşiller o sıcakta sarıya dönüyordu.
GÜNEŞİN ÇOCUĞU
Kutsal kitaplar, insanın topraktan yaratıldığını söyler. Balaban ise güneşten yaratılmıştı, güneşin çocuğuydu. Güneş gibi ışık ve neşe saçardı. Sımsıcaktı, içtendi, şakacıydı, nüktedandı, her zaman güler yüzlüydü. Onun somurttuğunu, kara bağladığını, umutsuzluğa kapıldığını gören var mı, sanmıyorum.
RENKLERDE GİZLENEN GÜNEŞ
Resimleri de kendisi gibiydi. O’nun her resminde bir güneş vardır. Güneşi gizlemiş olabilir, ama siz görmeseniz de renklere ışığını vuran bir güneş vardır. Bütün renkler güne bakar, güneşle ışır, şenlenir.
İyimserlik, yalnız O’nun dünya görüşünden gelmiyordu. İyimserliğini ekin ekmekle, ekin biçmekle doğadan kazanmıştı. Tohum serpmenin kendisi umut serpmek değil midir. Balaban’ın iyimserliği çift sürenlerin, çapa yapanların, ağaç budayanların iyimserliğiydi. Biliyordu, terler boşuna akıtılmıyordu, o ektiği ekin göğerecekti, harmanda hasat kalkacaktı, budadığı ağaçlar çiçeklenecek meyveye dönecekti. Balaban’ın insanlarına, hayvanlarına, bitkilerine, renklerine bakınız, hep güneşe dönüktür. O güneş, hep umutları ısıtmaktadır.
RESMİN NASRETTİN HOCASI
Balaban’ın şakası, nüktesi, köy kahvesindeki şakalardı ve gülüşmelerdi. Resimleri de şaka doluydu. Kanımca resmimizin Nasrettin Hocasıydı. Figürlerindeki yuvarlaklıklarda, yumuşak hatlarda, kocaman bakışlardaki hayret ve saflıkta, hep bir şaka vardır, bir hoşgörü vardır, biraz da hayatla dalga geçmek vardır. Gülümseyerek bakarsınız O’nun desenlerine. İşte şurada Bekri Mustafa’yı görebiliriz, hemen arkasında Bektaşi’yi bulabiliriz. Keloğlan gibi saf saf bakar, kandırılmaya hazır gibidir O’nun insanları… Ama biraz dikkatli gözlersek, o saflığın derinlerindeki cinliği bulabiliriz.
ÇIPLAK AYAKLI DEV
Güneşin çocuğuydu ama resim ricali içinde olmadı. Toplumsal hayatta ayakla bir olan toprak gibiydi. Aristokraside hevesi yoktu. Zaten lordlar tabakası da O’nu arasına almazdı. Yüce gönüllü Muzaffer Akyol arkadaşımın dediği gibi, “O’nu alaylı olduğu için yok saymaya çalıştılar. Ama O resimleriyle hep buna cevap verdi. Balaban ayağı çıplak, gönlü ve bilinci dolu bir devdi.” (Aydınlık, 10 Haziran 2019, s.13)
ÜLKENİN SUYUNDAN İÇTİ
Balaban’ın deseni ve renkleri, olağanüstü kişilikli ve kendine özgüydü. İmzasına gerek yoktu. O’nun imzası resmin kimliğindeydi. Herkes bir bakışta “Balaban” derdi.
Geldiği kökenin özgünlüğü, sanatsal kişiliğini de belirlemişti. Kendisi gibi kaldı, özenmedi, modalara kapılmadı, yozlaşmadı. Sanattaki ve resimdeki karamsarlık çağının dışında kaldı. Hayatın dışından alınan akide şekeri boyalarına yüz vermedi. Renkleri hayatın içinde ve güneşin altında kaldı. O’nun resimleri, hep bu ülke topraklarında yeşerdi, bu ülkenin havasını soludu, bu ülkenin güneşinde ısındı. Hani bir söz vardır, bir yeri ziyaret ettiğimiz zaman, “buranın suyundan içtim” deriz. Balaban, bu ülkenin suyunu içmişti. Anadolu ve Trakya’nın bütün çeşmelerinden Diogenes gibi avuçlarıyla içmişti o suları. Sade ve basit yaşamak ile renklerindeki gönül zenginliği ve uçarılık birbirine yakışırdı.
IŞIK İLE EMEĞİN BULUŞMASI
Nâzım Hikmet’ten öğrendiği emekçi davasının değerleri, O’nun köylü karakteriyle çok güzel buluşmuş, çok güzel kaynaşmıştı. O buluşma sanki bir rastlantı değil, kader gibi bir şeydi, bir zorunluluktu, geleceğe dair müjdeli bir haberdi. Anadolu toprağı, Bilimsel Sosyalizmin ışığıyla buluşmuştu. Saflık, insanlığın öncü zekâsıyla buluşuyordu. Bu olaya emekçinin öncüye kavuşması da diyebiliriz. Öncü ise, dünya âleme yön verecek emeğe kavuşmuştu. Nâzım Hikmet, Balaban’da Anadolu köylüsünün cevherini keşfetmişti.
Balaban, hayatı boyunca o buluşmaya sadık kaldı. Denebilir ki o vefayla, o bağlılıkla yaşadı. Nâzım Baba ile beraberliği damda kalmadı, bütün hayatı boyunca hep o buluşmaya sarılarak, o buluşmadan kuvvet alarak, o buluşmaya renk ve güzellik katarak yaşadı.
SEPET TAŞIYAN KADINLARIN ELBİRLİĞİ
O’nun “Küfeli Göç” adını verdiği Sepet Taşıyan Kadınlar tablosunu çok severim. Yükte ağırlık vardı ama kadınlara o ağır yükleri taşıtan bir gönül ortaklığı da vardı. Lacivert karanlıktan geleceğe yürüyen hasır sepetlerde güneş ışıkları vardı ve hâlâ var. Gönül birliği, el birliği, güç birliği, ışık birliği, hepsi vardır o sepet taşıyan kadınların birliğinde!
1991 yılıydı. Parti ve Sanat kitabımı yayınlayacaktım. Sepet Taşıyan Kadınları kapağına koymak için izin istedim Balaban’dan. “İzin ne demek hepimizindir” dedi.
Ergenekon duvarlarının önünde yine aynı Balaban, eşi Serpil Çağın ile gelmişti. Hepsi birlikteydi, Halif Refiğ, General Servet Cömert, Levent Kırca, Demirtaş Ceyhun, Altan Günbay, Esin Afşar, Hayati Asılyazıcı, Muzaffer Akyol, Erkan Önsel, Gülper Refiğ, Neriman Oyman, Ekrem Kahraman, Banu Avar, Feridun Andaç, Hıdır Hokka, Hüseyin Haydar, Gül Göbelez, Prof. Cüneyt Akalın, Zafer Bilgin, Prof. Cemalettin Göbelez, Haluk Dural, Mustafa Bilgin, Hasan Nâzım, Prof. Dr. Zerrin Bayraktar, İsa Çelik, Zerrin Öztürk, Özden Gönül, Emine Akfırat, Merdan Aslan, Namık Kemal Boya bu kez sepet taşımak için değil, dağları yarmak için gelmişlerdi. Gladyo Diktasına “Bizi de alın” diye o ustaların önünde yine o şen bakışı ve gülüşüyle Balaban konuşuyordu. Bu kez Bursa Cazaevinin duvarlarının içinden değil, dışından yükleniyordu duvarlara.
Ahmet Yıldız’ın arkasından yayımladığı bildiriden öğrendim. Balaban, Türkiye Sanatçılar Birliği’nin üyesiydi. Her zaman sepet taşıyan kolektifin içinde oldu ve her zaman o sepetlerdeki güneşi taşıdı.
DAVA ADAMININ DOSTLUĞU
Derin ve mutluluk veren dostluklar, çıkarla lekelenmemiş, ortak davanın arılığından ve gelecek umudundan beslenen dostluklardır. Dede Korkut’un dediği gibi, “Ölen adam dirilmez, çıkan can gerü gelmez.” Ancak ölmeyen davalar vardır, emek davası gibi, vatan davası gibi. Çıkmayan canlar vardır, candan arkadaşlıklar gibi. Bizim Balaban ile arkadaşlığımız, ölümsüz arkadaşlıktı. Katıksız ve karşılıksız muhabbete dayanıyordu.
Bu âlemde sevgi yaşadıkça ölümsüz olan, yoldaşlıktır, dava arkadaşlığıdır. Yolcu ölebilir, ama yol yürümeye devam eder. Dava, elden ele, omuzdan omuza emanet edilir, dava yürümeye devam eder. Balaban ile buluştuğumuz zamanki sevinçlerimiz, gülüşlerimiz, hep bu gönül ferahlığından ve güvenden gelirdi. Yolumuza güveniyorduk. Evet ölen adam dirilmezdi, çıkan can gerü gelmezdi, ama O yolun yürüyüşçüleri bitmezdi.
Balaban’ı güneşe gömüyor ve yürüyen yolda umutla ve güvenle yürümeye devam ediyoruz.
İlgili Balaban’ı güneşe gömüyoruz haberiyle ilgili sizde görüşlerinizi yazarak gündeme dahil olabilirsiniz.